
İstanbul Rumeli Üniversitesi Küresel Politikalar Araştırma ve Uygulama Merkezi (RUPAM) Başkanı
CUMHURİYET DÖNEMİNDE DARBELER
Cumhuriyet Türkiye’sinde darbenin arkasında yatan en büyük meşruiyet unsuru, 1934 tarihli Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesidir. Bu madde, TSK’nın vazifesini “cumhuriyeti koruma ve kollama” olarak tanımamaktadır. Devleti dış düşmanlara karşı korumakla görevli ordu, Türkiye’de siyasi kültürün bir yansıması olarak kendisini (irtica, komünizm vb. gibi) iç düşmanlar karşısında da görevli addetmektedir. Bu tanım cumhuriyetin tehlikeye girdiğini düşünen ordu mensuplarına meşruiyet sunuyor şeklinde yorumlanmış ve cumhuriyet dönemindeki her darbede bir dayanak olarak ileri sürülmüştür.
Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetleri Kanunu’nun 13/7/2013 tarihinde yapılan değişiklikle kanunun 35 ve 36. Maddeleri, cumhuriyeti koruma ve kollama görevi, yurtdışından gelecek tehditlerle ilişkilendirilmiş ve TSK’nin vazifesi yeniden tanımlanarak harp sanatını öğrenmek ve öğretmek olarak değiştirilmiştir.
Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.
Madde 36 – Silahlı Kuvvetler, harb sanatını öğrenmek ve öğretmekle vazifelidir. Bu vazifenin ifası için lazımgelen tesisler ve teşkiller kurulur ve tedbirler alınır. http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.4.211.pdf, erişim tarihi 14.7.2020).
Şimdi sırasıyla 15 Temmuz 2016 tarihine kadar gerçekleşen darbelere göz atalım.
27 Mayıs 1960 Darbesi
Darbeye önemli gerekçelerden biri DP’nin otoriterleşmesiydi. DP’nin otoriterleşmesine sebep olan iki önemli dış değişimden söz edilebilir.
Sina Akşin’in Türkiye tarihi: Çağdaş Türkiye, 1908-1980 4ncü Ciltte yer alan ifadelere göre; İlki 14 Temmuz 1958 yılında Irak’ta yapılan askeri darbedir. “DP iktidarına göre, Irak Devrimi dıştan desteklenen yıkıcı bir faaliyetti. Muhaliflere göre ise, istibdat ve baskıya karşı bir ayaklanmaydı.” Bir de Menderes ve Irak devlet başkanı arasındaki samimi ilişkiyi ve darbe sonrası Türkiye’nin neredeyse Irak’a askeri müdahalede bulunulacağı düşünüldüğünde nasıl bir analoji ile karşı karşıya kalındığı daha iyi anlaşılabilir. “Muhalefet Irak Devrimi’ni doğru bulduğuna göre, benzerini Türkiye’de yapabilir, onun için daha da baskı altına alınmalıdır diye düşünülmüştür.”
İkinci dış gelişme, Fransa’da 2. Dünya Savaşı’nın karizmatik subayı De Gaulle’ün başbakanlığı ve parlamenter sisteme son vererek kendisiyle anılacak olan yarı-başkanlık sistemini getirmesiydi. “De Gaulle, savaşta elde etmiş olduğu karizmatik önder durumundan yararlanarak, bir çeşit demokratik diktatör oldu. Menderes, 21 Eylül’de İzmir’de De Gaulle düzenini örnek almak istediğini gösteren sözler söyledi. Devlet görevlilerine baskı yapılırsa demokrasiye paydos denilebileceğini de ifade etmiştir.
Bakan Samet Ağaoğlu’nun Menderes’e, “hep orduya dayandık güvenlik güçlerine önem verebilirdik. Ordu bir gün bize karşı ayaklanırsa karşı koyacak örgütlü gücümüz yok” şeklindeki yakınması Platon’un 2000 yıl önce yazdığı Devlet adlı eserinde yakındığı görüşten farklı değildir. Platon aynı soruyu, “bizi koruyuculardan kim koruyacak?” şeklinde söylerken bu sorunun ne kadar zaman ve mekândan bağımsız olduğunu göstermektedir.
12 Mart 1971 Muhtırası
Bu darbenin meşruiyet zeminini sağlayan meydana gelen özellikle sol gençlik gruplarının meydana getirdiği terör olaylarıdır. 12 Mart Muhtırasını darbeyi önleyen bir muhtıra olarak görmek gerekir zira 9 Mart 1971’deki darbe girişimi ancak komuta kademesinin karşı muhtırasıyla durdurulabilmiştir. Bu dönemde orduda radikal genç subayları temsil eden Muhsin Batur-Faruk Gürler cuntası konuşulmaktadır. Gençlik örgütleri de bu cuntayla ilişkilenmiş ve Doğan Avcıoğlu’nun fikirlerinden etkilenen bir grup 9 Mart 1971’de darbe hazırlığına girişmiştir. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, MİT’in ihbarıyla darbe hazırlığını önler ve 12 Mart’ta hükümete muhtıra verir.
On yıl önce gerçekleşen 27 Mayıs darbesi üç sağ siyasetçinin idamıyla sonuçlanmıştı, 12 Mart’ı izleyen günlerde darağacında bu kez üç solcu genç vardı: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan. Bir sağdan ve bir soldan idamlar 12 Eylül 1980’de zaman aşımı olmaksızın gerçekleşecekti.
12 Eylül 1980 Darbesi
1980 darbesi iç karışıklık, terör olaylarının ülkeyi yaşanılamaz hale getirmesi, siyasi istikrarsızlığın had safhaya varması ki bir örneği, 115 tur yapılmasına rağmen hala cumhurbaşkanının seçilemediği 1980 yılıdır, ekonomik kriz vb. gibi güçlü gerekçelere yaslanarak yapılır.
İdamların, tutuklamaların, işkencelerin, sonrasında terör örgütlerine katılımcı sağlayacak uygulamaların birçoğunun kaynağıdır 12 Eylül 1980 darbesi. 24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlarla, birlikte ithal ikameci politikaların yerini liberal ekonomik politikalara bırakacağı ancak bu kararları hayata geçirecek güçlü hükümetlere duyulan ihtiyacın darbenin Amerika tarafından desteklenmesinin bir gerekçesi olarak gösterilir ve görülür. Yine 1979 İran İslam Devriminin devrim ihracının önüne geçmek amacıyla da bu darbenin yapıldığı belirtilir.
28 Şubat 1997 (Postmodern darbe)
1994’teki yerel seçimlerin galibi Refah Partisi, 1996’da da DYP ile koalisyonun ortağı olarak Refah-Yol hükümetini kurdu. Milli Nizam Partisi ile başlayan Milli Görüş geleneği dini referansları güçlü bir parti olarak ordunun “irtica” refleksi vermesine neden oldu. Genelkurmay’da Batı Çalışma Grubu (BÇG) kurularak dini oluşumlar takip ve kontrol altına alınarak yıldırılmak istendi. Ankara-Sincan’daki Kudüs temalı bir tiyatro oyunu gerekçe gösterilerek 1997 Şubat’ında Sincan’da tanklar yürütüldü, 28 Şubat’ta ise askerler 9 saatlik MGK’da hükümete 18 maddelik muhtıra verdi. Muhtıra sonrası hükümet değişti, Refah Partisi kapatıldı, insan haklarına aykırı birçok uygulama evrensel ve özgür düşüncenin merkezi olan üniversiteler olmak üzere kamu kurumları ve kamusal alanda yaşandı.
27 Nisan e-muhtırası
2002 sonrası Türk siyasal hayatında farklı bir renkle ortaya çıkan AK Parti, 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir kriz yaşadı. 27 Nisan 2007’deki ilk tur oylamanın ardından “367 teziyle” seçim Anayasa Mahkemesi’ne taşınırken, Genelkurmay’ın internet sitesinde o gece e-muhtıra olarak da anılan bir bildiri yayımlandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın yıllar sonra “Ben yazdım” dediği bildiri dönemin Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün adaylığı laiklik üzerine abanılarak eleştiriliyordu. Lakin Ak Parti hükümetin bildiriye yönelik cevabı çok sert oldu, peşinden de meşhur “Dolmabahçe görüşmesi” gerçekleşti. 22 Temmuz’da erken seçime gidildi, AK Parti oylarını yüzde 34’den % 47’ye çıkardı.
15 Temmuz 2016 Başarısız İşgal Girişimi
Ak Parti hükümetinin 27 Nisan e-bildirisi ile atlattığı ilk başarısız darbe hazırlığı 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı olayları ile farklı bir kulvarda devam eder. Yabancı basının canlı yayınlarla dünya kamuoyuna cilalayarak sunduğu bu olaylardan da istediği sonucu alamayan çevreler nihai hedefleri Başbakan Erdoğan’ı iktidardan indirmek ve uluslararası mahkemelerde yargılamak olan planlarını hayata geçirdiler. 7 Şubat 2012 tarihinde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırma operasyonuyla başlayan süreç 17-25 Aralık operasyonları ile devam etmiş 1-19 0cak 2014 tarihlerinde MİT tırlarına yönelik operasyonlarla devam etmiştir. MİT gözetimindeki tırlar Adana ve Hatay’da durdurulmuş ve FETÖ’cü savcının yürüttüğü operasyon kısa süre içinde uluslararası medya organlarına servis edilmiştir. MİT tırlarının durdurulmasıyla eş zamanlı şekilde Türkiye’nin terör örgütlerine destek olduğu yönünde kara propaganda çalışmaları başlatılarak Türkiye terör örgütlerinin destekçisi olarak gösterilmiştir. Hükümetin aldığı kararlar çerçevesinde kamu kurumlarından tasfiye edilmeye başlayan örgüt son olarak NATO’cu subaylarla işbirliği içinde 15 Temmuz gecesi başarısız bir darbe girişiminde bulunmuştur.
15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi kahraman halk, ordu içinde darbecilerle savaşan kahraman askerler ve kahraman emniyet güçlerinin direnişi sonrasında başarısız darbe girişimi olarak şüphesiz Türkiye’de hafızalardan uzun yıllar silinmeyecek bir iz bırakmıştır. Ancak bu darbe girişiminin özellikle sivil bir tepki ve direnişle bastırılması unutulmayacak bir öneme sahiptir. Halkın darbecilere karşı gösterdiği direniş takdire değerdir. Özellikle Batılı ülkelerin Türkiye’nin demokrasi yolunda mesafe alması için üst perdeden nasihat etmelerine karşılık, demokratik düzeni değiştirmeye yönelik bir darbe girişimine sıradan vatandaşın gösterdiği tepkiyle demokrasinin varlığının sürdürülmesine yönelik katkısına hiçbir övgü ya da takdir gelmemiştir. Bu sessizlik Türkiye’deki darbe girişimlerinin arkasında bazı ülkelerin istihbarat servislerinin varlığı tartışmasını bir kere daha hatırlatmaktadır.
15 Temmuz başarısız darbe girişimi Cumhuriyet tarihinde halkın sokaklara dökülerek darbeyi önlediği bir girişim olarak tarih sahnesindeki yerini alacaktır. Türkiye için bu noktada dikkate değer bir yorum, darbeye karşı direnenlerin daha çok Türkiye’deki aydın-elit kesim tarafından sürekli hor ve değersiz görülen muhafazakârlar olmasıdır. Oysa bu döneme kadar muhafazakârlar genelde henüz bireyleşmemiş, modernleşmemiş, özgürlüğüne pek de meraklı olmayan, demokratik siyasi kültür bilincine erişemeyip, cemaat siyasi kültürüne hapsolan bağımlı değişkenler olarak görülmüşlerdir. Başlı başına darbe süreci onları bağımsız değişken haline getirmiş değildir zaten yanlışlık da buradadır çünkü onlar zaten bağımsız değişkendirler. Bu durum, muhafazakârlara yönelik algının ne kadar taraflı ve sosyal gerçeklerden uzak olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır. Çünkü onlar 15 Temmuz ile bir yandan siyasi iradelerine sahip çıkarken diğer yandan ülkelerinin bağımsızlığı ve kendi özgürlüklerini ne ölçüde karakter olarak içselleştirdiklerini göstermişlerdir.
15 Temmuz 2016 Neden Milat?
15 Temmuz’un bir örgüt maskesi altında kotarılan yıkıcı bir operasyon olduğunu anlamamakta direnenler, farkında olarak ya da olmayarak, FETÖ/PDY Terörist Örgütünün ve arkasındaki güçlerin tezlerini destekler duruma düştüklerinin farkında değiller. Bu ülkenin antik/kadim tarihi bir yana son bin yılda millet iradesini gösterme deneyimlerinden habersiz oldukları gerçeğini karşımıza çıkartıyor.
Demokrasinin savunduğu ve korumaya çalıştığı değerler açısından bakıldığında ilk dayanılacak değer, “toplum sözleşmesi”dir.
Anadolu, son bin yılda farklı antropolojik unsurların Türk kültürü etrafında yaptığı sayısız toplum sözleşmesine şahit olmuştur. Bugün yeni neslin pek bilmediği “fütühat” ve “istimâlet” politikalarıyla fethedilen yerlerin “şenlendirilmesi” farklı din ve ırkların bir araya getirilmesi meselesi olarak ele alınan “kalkınma” politikaları ve toplum sözleşmeleridir.
Osmanlıca olarak bildiğimiz lisan bu sözleşmenin günümüze kadar devam eden kanıtıdır. Komşu coğrafyaların yanında Anadolu’da konuşulan dillerden izler taşıyan Osmanlıca, ortak kadere inanan insanların ortaya çıkardığı bir “hars-kültür” ürünüdür.
Demokrasinin savunduğu ikinci dayanılacak değer, Atatürk’ün inşa ettiği Cumhuriyet ülküsüdür. Muasır medeniyete ulaşma” hedefi altında, Göktürklerden 1000 yıl sonra “Türk” ismine yer verilerek kurulan 17. devlet, ortak yaşama ve yaşayanların birbirlerine saygı ve sevgi göstermesini önermektedir. Ulus Devlet bünyesinde; bilim, kültür ve sanatı önde tutan Atatürk çizgisi, bugün onun en muhaliflerinin bile dayandığı çağdaş kurumları, yaşam kalıplarını, özgürlükleri uzun asırlar sonra insanımıza sağlamıştır.
Gerek 1000 yılda ve gerek son yüzyılda, dayanılacak bu değerlerden yararlanma noktasında bu ülkenin insanlarının kararları değişiklik gösterebilir. Toplum sözleşmelerimizden kimin nasıl istifade edeceği meselesi kişisel tercih sorunudur.
Ama bu sözleşmenin -varsa- çağa uymayan, ya da bu ülkede yaşayanların bazılarına ters gelen hususlarının dile getirilmesi için demokrasi tek araçtır. Bazen yasalarla bazen anayasal değişikliklerle, seçim sistemiyle tüm bu taleplerin tartışılması, toplum sözleşmelerinin yenilenmesi mümkündür.
Osmanlı’nın son yüzyılında başlayan, toplum sözleşmesini yenileyerek, ülkeyi yenilemek maalesef 1839 – 1908 arasından koca imparatorluğun dağılmasına ve 1. Dünya Harbi’nin sonunda ortadan kalkmasına neden olmuştur. Islahat Fermanı, Birinci ve İkinci Meşrutiyet deneyimleri, toplum sözleşmesini yenilemek için yapılan iyi niyetli girişimlerin art niyetli birileri tarafından ülkenin dirliğini toptan ortadan kaldırmak için kullanılabileceğini göstermiştir.
Biz, inançları farklı oluşumların kendilerini demokratik yollarla ve sivil toplum çalışmalarıyla ifade edebilmelerini savunan bir ülkeyiz. Nihayet “dergah”, “tarikat” gibi medeniyetimiz için derin anlamları olan, fütühat politikalarının onsuz olmaz kurumlarını da sivil toplum kuruluşları olarak görmek durumunda olan bir ülkeyiz. Ama bu dinamiklerin yeni bir toplum sözleşmesi önermelerinde kazandıkları deneyimler bağlamında 15 Temmuz’u tıpkı geçen yüzyıldaki benzerleri gibi ele almak zorunda kaldık.
Kültürümüzün onsuz olmazı ve nihayet son yüzyılda sivil toplum kurumları olarak gördüğümüz, organizasyonel yapılarını sivil ve resmi mecralardan destek almaya müstahak kabul ettiğimiz bir oluşum, bu ülke uygarlığının bin yıllık toplum sözleşmesini ortadan kaldırmaya çalıştı.
FETÖ, “tarikat, “cemaat”, “hareket” adı altında yuvalanan zehirli bir metabolizma olarak bu ülkenin toplum sözleşmesini önce “dinler arası diyalog” ve sonra “altın nesil” vaatleriyle parçalamak için yine bu ülkenin kaynaklarını kullandı.
Yaşadığımız bu deneyimin sadece ülkemiz için değil Batı dünyası için de ders olması lazım. Zira başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin kotardığı, kolladığı bu tip yapı ve örgütler, üretildikleri ülkeleri de zehirleyecek yapılardır. Terörden medet umarak ve toplum sözleşmemizi güya yenileme kisvesiyle ülkemizi darmadağın etmeye yönelen tüm unsurlar bir gün mutlaka kendilerini de vuracaktır.
Fetö / PDY örgütü, PKK gibi bir terör örgütüdür. Bu tip organizasyonların nihayetinde başarıya ulaşması mümkün değildir. Hele 1000 yıllık toplumsal deneyim hafızasına sahip güzel ülkemizde bunların ürettiği zehirli politikaları, Türk toplumunun midesinin kaldırması mümkün değildir. Asıl sorun benzer yollarla 1000 yılda inşa ettiğimiz ve 100 yıl önce Atatürk’ün elleriyle yenilediği, bu ülkenin tüm insanlarına medenice ve barış içinde yaşama olanağı veren Cumhuriyet sözleşmesine ne kadar sahip çıktığımız meselesidir.
Bu cumhuriyetin bekâsını korumaya and içmiş, kendilerine ihtiyaç duyulduğunda tereddütsüz hayatlarını feda etmeye hazır yeminli muhafızları vardır. Türk askeri, milletinin, bayrağının ve vatanının her daim emrindedir. Bu açıdan bakıldığında ordunun ve genlerinde asker olan bir milletin 15 Temmuz’da ayağa kalkışını ve binlerce yıllık kadim toplum sözleşmemizi darmadağın etmeye çalışan Fetö kuklasının oyununu bozuşunu doğru olarak görmek gerekmektedir.
Hatta bu açıdan bakıldığında 15 Temmuz için yeni bir toplumsal sözleşme sürümü de denilebilir. Yenikapı Mitinginde ve Demokrasi Nöbetlerinde bu toplumsal sözleşme yenilenmiştir.
Hiçbir hain güç; oyunu ve planı ne olursa olsun bu ülkenin değerlerini, birliğini ve beraberliğini ilelebet sabote etme yeteneğine sahip değildir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Milli birlik ve beraberlik Kader-i İlahiden başka her türlü güçlüğü yener.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu coğrafyada güçlenmekten ve bölgesel güç olmaktan başka çaresi yoktur.