GİRİŞ
6 Aralık 2017 akşamı tüm dünya bir şok etkisinin altına girmişti. Çaresiz şekilde zorunlu bir kabullenişin ardından 45. ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımanın ‘vaktinin geldiğini’ deklare ederek oldukça büyük ve şovanist bir imza ile tüm dünya kamuoyuna Kudüs’ü İsrail’in Başkenti olarak tanıdığını duyurmuştu. Alınan bu kararın ardından birçok devletin destek mesajlarının ve büyükelçiliklerini Kudüs’e taşıyacakları (ki Google açıklamanın hemen ardından Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak arama motoruna tanıtmıştı) teminatları ile birlikte birçok ülkenin tepkisi ve kararın kabul edilemeyeceği ifadeleri de dile getirilmişti.
Tam da bu noktada Bosna-Hersek Devleti ise alınan karara karşı çekimser olduğunu açıklamıştı. Bilinen yönüyle müslüman bir çoğunluğa sahip olan Bosna-Hersek’ten bu yönde bir karar çıkması birçok müslüman ülkeden ve duygu dünyası ile bütünleşik manevra alanına sahip Türkiye’den tepki toplamıştı. Aslında Bosna-Hersek’in ortaya çıkan karar yönünde attığı bu adımın sunduğu genel fotoğraf ve çerçeve içinde Bosna-Hersek Kamu Yönetiminin işlevsizliğini, toplumsal-yapısal sorunlarını, iktisadi gelişimde geri kalmışlığını görmek mümkün olabilir. Sözünü ettiğimiz karmaşık ve içinden çıkılmaz sorunlar ağını ise meydana getiren şüphesiz 21 Kasım 2020(dün) tarihinde paraf edilmesinin 25. yıl dönümü olan Dayton Antlaşması. Geçen 25 yılın ardından silahları sustarmasından ve masum sivillerin katledilmesine son vermesinden başka fayda oluşturmayan Dayton Antlaşmasının bu iki faydasının yanında birçok sorunu ve yönetimsel açıdan işlevsizliği meydana getirmesi söz konusu. Yazımızda 25. yıl dönümü nedeniyle hem antlaşmaya giden süreci hem de antlaşma sonrası oluşan Bosna-Hersek Kamu Yönetimi ve işlevsizliği ile antlaşmanın toplumsal boyutta neden olduğu sorunları analiz edip Dayton’u daha anlaşılır hale getirmeye çalışacağız.
DAYTON’A GİDEN SÜREÇ
Kaçınılmaz bir dağılma süreci sonrası Şubat 1992’de Federal Yugoslavya’nın altı cumhuriyetinden biri olan Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ilan etmesi ile tam üç yıl süren (siviller için her bir günü bir yıla bedel olan) kanlı bir savaş/katliam başlamıştı. İtalya Kent Devletleri’nin ticari zenginlik ve refah sonrası meydana getirmeye başladığı Rönesans düşüncesi ve akabinde kilisenin yönetsel anlamda arka plana çekilip devlet otoritesinin güdümünde yer almaya başlaması Avrupa’nın (ki kendi terminolojisiyle ‘modernleşme’ süreci) yükselişini tetiklemiş ve bu üstünlük iddası günümüze kadar etkisini gösterip diğer devletler üzerinde egemenlik tesis etmesinde hak sahibi olmasını sağlamıştı. Sözünü ettiğimiz bu ‘refah-üstlünlük’ iddiasının adeta bir çürümüş ve çökmüş görüntüsü Bosna-Hersek topraklarında 1992-1995 yılları arasında gün yüzüne çıkmıştı. Ortalama 250 bin insanın(sivil/asker) hayatını kaybettiği ve 2.5 milyon insanın yerinden edildiği bu sancılı süreç, uzun soluklu diplomatik temasların sonunda ABD’nin Ohio Eyaleti’nin Batısındaki Dayton şehrinde kanlı savaşı durduran antlaşmaya imza atılmasıyla son bulmuşu. Tarihsel olarak o günün koşulları çerçevesinde incelendiğinde savaşı durduran ve anlaşmanın haiz olduğu ‘mültecilere evlerine geri dönme hakkı’ , ‘ifade özgürlüğü’ hakkı vb. imkânlar doğrultusunda antlaşma oldukça olumlu gözükmüştü. Ancak antlaşma sonrası hayatın normalleşmesi ve savaş dönemi sekteye uğrayan kamusal hayatın/hizmetlerin tekrardan önem kazanması sonucu aslında olumlu görünüme sahip olan antlaşmanın birçok işlevsizlik ve ikilemi içinde barındırdığı anlaşılmıştı. Bu işlevsizlik ve çatışma devletin birçok kurumunu etkilmesiyle birlikte toplumsal hayatta ve kamusal hizmet alanında da birçok çıkmaza neden olmuş, üstelik savaş suçlularının cezalandırılması ve mültecilerin evlerine dönebilmesi adına etkin bir denetim mekanizması oluşturulamamasına yol açmıştı. Özellikle ‘olağanüstü hal durumunda karar veren merci’ olan yani mutlak egemenlik sahibi olan devlet Bosna-Hersek özelinde tam anlamıyla yok sayılmıştı. Seçkinci devlet mantalitesini barındıran Özerk Devlet teorisinin Oligarşik Tunç Kanunu doğrultusunda azınlığın çoğunluğa hükmetmesi durumunun evrimleşerek Bosna’da ‘yokluğun’ çoğunluğa hükmetmesi, karmaşık kamu yönetimi ve devlet teşkilatlanmasına neden olmuştur. Egemen bir devletin tahahkküm etme işlevi doğrultusunda en önemli aracı olan karar alma mekanizmalarının işletilememesi mevcut kamusal ve toplumsal sorunların yaşanmasına neden olmaya devam etmektedir. Sözünü ettiğimiz ‘yokluğun’ çoğunluğa hükmetme vazifesi aslında Dayton Antlaşmasının Bosna-Hersek Toplumunda ‘Bir şey olmaması için bir şey yapmak’ şeklinde algılanması ve kamusal hizmetlerin bu anlayış ile kurgulanması sözde bir egemenlik/özerklik kavramını açıklamaktadır. Dayton, bugün Bosna’da bu kadar tıkanmışlığın içinde tek bir ilkeyi temsil etmekte ve bu doğrultuda vazifesini yerine getirmektedir: SAVAŞ YAPILMAMASI İÇİN BARIŞ.
İŞLEVSİZLİK VE KARMAŞIKLIĞIN KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ
Dayton Antlaşması, yeterince analitik bir şekilde kurgulanmaktan ziyade öncelikli olarak savaşı durdurmayı amaçladığı için bugün sürdürülebilirliği tartışılır hale gelmiştir. Ülkeyi ikili bir yapıya bölen antlaşma Bosna-Hersek topraklarının %51’ini Boşnak ve Hırvat Federasyonu’na %49’unu Sırp Cumhuriyetine vermiştir. Doğu Slovenya’yı da Hırvatista’nın kontrolüne veren Dayton, Bosna-Hersek Anayasası’nı da içermektedir. 10 Kantona bölünen Bosna-Hersek Federasyonu, yetki ve hizmet sunumu bakımından derin bir karmaşıklık içinde bırakılmıştır. Mevcut karmaşık yapının daha doğru anlaşılabilmesi için belirli başlıklar altında incelemeler yapmak daha verimli olacaktır:
- Ülke Yönetimi: Dayton Antlaşması, ülkedeki etnik çatışmayı engellemek adına üç kurucu halk olan Boşnak-Hırvat-Sırp uluslarına yönetimde eşitlik tanıma niyeti ile hazırlanmıştır. Bu amaç için ülke federasyona benzer bir yapıya büründürülmüştür: Boşnak ve Hırvatlar’ın yönetiminde yer aldığı Bosna-Hersek Federasyonu(Bu federasyon aslında 1994 yılında Boşnaklar ve Hırvatlar arasında 1994’te imzalanan Washington Antlaşması ile oluşturuldu ve federasyonun kesin sınırları Dayton ile çizildi) ve Sırpların çoğunlukta yaşadığı ve federe bir birim olarak oluşturulan Sırp Cumhuriyeti. Etnik bölünmüşlüğü adeta tescilleyen Dayton Antlaşması ikili yapı ile kurgulanan bir devlet modelinin ‘çoğulculuk’ ilkesi gereği üç kurucu halka da eşit oranda temsiliyet sağlamayı amaçlamıştır. Dolayısıyla ülke iki entite halinde yönetilmektedir. Ancak iki entitenin de üzerinde ‘devlet’ düzeyinde temsil ve ve diplomasi görevini gören ‘ÜÇLÜ BAŞKANLIK KONSEYİ’ mevcuttur. Hem federasyondan hem de Sırp Cumhuriyeti’nden üç kurucu halkı temsil eden bir aday 4 yıllığına seçilir ve bu üç temsilci iki dönem olmak üzere 8 aylığına başkanlık konseyi başkanlığı görevini yürütür. Diğer iki temsilci ise yardımcılık görevini üstlenir. Bu perspektiften incelendiğinde ortaya çıkan sonuç sürdürülebilir kamu politikalarının, dış politikanın ve ekonomik yapının oluşturulmasının neredeyse imkânsız gözükmesidir. Zîrâ Sırbistan ile birleşme hayalleri kuran ve kendilerini Bosna-Hersek vatandaşı olarak görmeyen Sırp Cumhuriyeti’nden Başkanlık Konseyi’ne seçilen aday, başkanlığı döneminde ayrılıkçı söylemlerde bulunmakta ve kendisinden önce başkanlığı yürüten temsilcinin kamu politikalarını lağvedebilmektedir. Benzer bir düzlem de Hırvat temsilci Başkanlık Konseyi’ndeki başkanlık görevi süresince kendilerini ülkede ‘azınlık’ olarak gören Hırvat vatandaşlara yönelik hizmetlere ağırlık vermektedir. Ülkede sosyo-kültürel ve en önemlisi de dînî açıdan var olma mücadelesi veren Boşnakların Başkanlık Konseyi’ndeki temsilcisi de başkanlık döneminde ülkede Boşnakların varlık ve kimliğini güçlendirici politikaları uygulamaya koymaktadır. Üçlü Başkanlık Konseyi’nin karar alma aşamasındaki ‘oy birliğinin’ sağlanması zorunluluğu, karar mekanizmasının işletilmesini olumsuz etkilemektedir. Üç temsilciden iki evet bir hayır oyu çıkarsa hayır oyu veren temsilcinin bağlı olduğu mecliste oylama yapılır(BOSNA-HERSEK FEDERASYONU HALK MECLİSİ YA DA SIRP CUMHURİYETİ HALKLAR ŞURASI). Oylama sonucunda hayır oyu veren temsilcinin meclisinde karar 2/3 ile veto edilirse Üçlü Başkanlık Konseyi’nde karar alınamaz.
- Yasama Yönünden Tıkanmışlık: Türkiye’nin mevcut parlamenter sisteminde tek yasama organı vardır: Türkiye Büyük Millet Meclisi. TBMM, halk oyları ile seçilen milletvekillerinden oluşur ve halktan aldığı yetki ile yasa çıkartır. Ancak Bosna-Hersek devlet yapısında Dayton’un meşrulaştırdığı etnik bölünmüşlük yasama faaliyetlerini tıkanma noktasına getirmiştir. Zîrâ ‘devlet düzeyinde’ bir yasama organı ve anayasası, Boşnak ve Hırvatların yönetiminde olan Bosna-Hersek Federasyonu’nun bir yasama organı ve anayasası, Sırp Cumhuriyetinin kendi yasama organı ve anayasası vardır. Bu yasama organları da ikili meclis yapısı ile oluşmakta ve ülkedeki tüm halkı temsil eden ‘Temsilciler Meclisi’, üç kurucu halkın milli çıkarları doğrultusunda kararlar alan ve Temsilciler Meclisi’nden çıkan kararların üç kurucu halkın milli çıkarlarına aykırı olması durumunda bunları veto eden ‘Halk Meclisi’ hem devlet düzeyinde hem de Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyetinde yer almaktadır. Dolayısıyla görüldüğü üzere şuana kadar tam üç ana meclis ve altı ara meclis söz konusu olmaktadır. Bu çoklu yasama organında ise kararların özellikle milli çıkarların gözetildiği ‘Halk Meclisinde’ oy birliği ile alınması ilkesi, üç kurucu halkın derin fikir ayrılıklarından etkilenerek kamusal hizmetlerin sunumunu ve etkililiğini engellemektedir.
- Realitede Belli Olmayan Devlet Yapısı: Bosna-Hersek’in nasıl isimlendirilmesi gerektiği hususu aslında belli olmayan karmaşık devlet yapısını ortaya koymaktadır. Yugoslavya’dan ayrıldığı ilk dönemde Bosna-Hersek Cumhuriyeti adını alsa da ‘cumhuriyet’ ibaresi daha sonra kaldırılmıştır. Zîrâ Bosna-Hersek topraklarının içinde kurulan Sırp Cumhuriyeti bir federe devlet biçimini ifade ettiği için ‘cumhuriyet içinde cumhuriyet’ ifadesinin karşılıksız kalacağı düşünülmüştür. Üstelik ülke sınırları içerisinde Bosna-Hersek Federasyonu yer aldığı için ülke adında yine ‘federasyon’ ibaresi karşılıksız kalmakta ve ‘federasyon içinde federasyon’ gibi içinden çıkılmaz bir durum söz konusu olmaktadır. Dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli nokta ise federe devlet yapısı ile oluşan ülkelerde entitelerin üstünde güç ve yetki sahibi olan bir federal devletin varlığıdır. Ancak Bosna-Hersek’te entitelerin üst birim olan federal yapılı Bosna-Hersek Devleti’ne karşı oldukça güçlü konumları vardır. Özellikle ülkede ayrılıkçı bir tutum takınan ve Sırbistan ile birleşme planları yapan Sırp Cumhuriyeti devlet içerisinde ‘devlet gibi’ hareket etmektedir.
- Yürütme Yönünden Tıkanmışlık: Yasama da olduğu gibi yürütme açısından da çok seslilik, kamusal hizmetlerin sunumunda verimsizlik ve yavaşlığa neden olmaktadır. Türkiye’deki mevcut parlamenter sistemde yürütme görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’ndadır. TBMM’nin çıkarttığı yasaları Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu uygulamaya koymaktadır. Bosna-Hersek persektifinden baktığımızda ise yine devlet düzeyi ve iki entite düzeyi olarak ayrım yapmamız gerekmektedir. En üst yönetim birimi olan Bosna-Hersek Devleti’nin Başkanı ve Bakanlar Kurulu vardır. Boşnak ve Hırvatların yönetiminde olan Bosna-Hersek Federasyonu’nun da yine aynı şekilde bir Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı ve Başbakanı vardır. Sırp Cumhuriyeti’nin de kendine ait bir Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Bakanlar kurulu bulunmaktadır. Hangi yürütme organının hangi yetkilere sahip olduğu çoğu zaman belirsizliğini korumakta ve yetki-görev paylaşımında, hizmet sunumunda kaynakların israfı, her üç kurucu halkın kendi soydaşlarına hizmet sunma çabası ortaya çıkmaktadır.
- Kantonlar: Boşnak ve Hırvatların yönetiminde olan Bosna-Hersek Federasyonu da kendi içerisinde 10 adet kantonal yapıya bölünmüştür. Kanton, bir ülke birimidir ve kurgulanış itibari ile eyaletlere benzemektedir. Dolayısıyla kantonlarında kendi anayasası, meclisi, Başbakanı ve Hükümeti vardır. Her kantonun altında da kamusal hizmetin en temelde uygulayıcısı olan yerel yönetim birimi belediyeler vardır. Kısaca toparlayacak olursak şuana kadar açıklamaya çalıştığımız şekliyle Bosna-Hersek sınırları içerisinde 13 Anayasa, 13 Bakanlar Kurulu, 3 Cumhurbaşkanı, 13 Başbakan ve 130’dan fazla Bakan bulunmaktadır.
- Yargıda Güvensizlik: Devletin bir örgüt olarak meşruluğunu sağlayarak varlığını idame ettirebilmesi ve bu meşruluğun ‘adaletin’ eşit olarak tesis edilmesi sonucu sağlanması, siyasal sistemler açısından oldukça önemlidir. Zîrâ siyasal sistemler toplumsal zeminde meydana gelen bir yapıdır. Savaş sonrası henüz ‘demokratik’ ilkelerin tam olarak benimsenemediği ve toplumsal ayrılıkların meşru zeminde daha da derinleştiği Bosna-Hersek’teki çoğulculuk bu anlamda bir kaos meydana getirmektedir. Mevcut kaos, siyasal sistemlerin üç temel hükümet etme işlevinden yargı sistemine de yansımış bulunmaktadır. Eşit temsil prensibiyle yürütme ve yasamada uygulanmak istenen çoğulculuk ilkesinin aslında ortaya çıkardığı kaotik sonuç yargı sisteminde bir bakıma kabullenilmekte ve en yüksek yargı mercii olan Anayasa Mahkemesi’ne dört üye Bosna-Hersek Federasyonu’ndan, iki üye Sırp Cumhuriyeti’nden ve üç üye de Başkanlık Konseyi ile gerçekleştirilen istişare sonucu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Tarafından atanmaktadır(Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Miloran Dodik’in, son dönemde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Tarafından atanan Anayasa Mahkemesi üyelerinin artık devlet tarafından atanması gerektiği açıklamaları mevcuttur).
- Yüksek Temsilci: Dayton Antlaşması ile kurulan Yüksek Temsilci Ofisi (Office Of The High Representative) Barış Uygulama Konseyi’nin yetkilerini uygulamaya geçiren organdır. Yüksek Temsilci savaş sonrasında hukukun üstünlüğünün sağlanması, Dayton Antlaşmasının uygulanması, sürdürülebilir ekonomik yapının tesis edilmesi için gerekli desteğin sağlaması ve Anayasa’nın bağlayıcılığını gözetmesi gibi çeşitli görevleri üstlenmektedir. Ülke içindeki konumu entitelerden ve devlet düzeyindeki federal yapıdan güçlüdür. Yalnızca Barış Uygulama Konseyi’ne karşı sorumludur ve tanınan ‘Bonn Yetkilerince’ bağlayıcı kararlar alabilir ve Dayton’a uymayanları görevde alabilir. Antlaşma çerçevesine uygun olarak milletvekili, bakan gibi üst düzey siyasi ve bürokratları görevden alabilme yetkisi ve Bosna-Hersek Parlamentosu’na karşı sorumlu olmaması nedeniyle ülke içerisinde devlet-üstü kurum olarak varlığını sürdürmesini sağlamaktadır. Bu durum ise herhangi bir çatışma ve anlaşmazlık durumunda hangi kurumun(Devletin mi, Federasyonun mu, Sırp Cumhuriyetinin mi, Kantonların mı yoksa Yüksek Temsilci Ofisi’nin mi) yetkili olduğu konusunda belirsizliğe yol açmaktadır.
TOPLUMSAL SORUNLAR
Birleşmiş Milletler her ne kadar savaşı bitirme eğiliminde ve yönünde belirli edimler de bulunsa da bu doğrultuda yavaş ve isteksiz davranması savaş sürecinin sancılı geçmesine yol açmıştır. Özellikle dünya kamuoyuna sadece savaş bölgesinde ‘var olduğunu’ kanıtlamak için hareket edermişçesine olaylara müdahalede etkisizliği ve üniformaları, mavi bereleri nedeniyle sivil halk tarafından ‘Şirinler’ olarak nitelendirilmiştir. Sahadaki ‘şirinlerin’ diplomatik alanda masadaki temsilcilerinin de aynı isteksizlik ile hareket etmesi sonucu ‘Şirinler Ovasına’ dönüşen Bosna-Hersek, Dayton sonrası toplumsal düzlemdeki heterojenliği bir üst Bosna-Hersek vatandaşlığı kimliğine dönüştürememiştir. Ancak yine de antlaşmanın Boşnaklara sağladığı en önemli avantajlardan biri ise kimlik yönünden tanımlanmaları olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde ‘Türk’ olarak anılan Boşnaklar (Ki Sırplar Kosova Savaşı’nın kaybedilmesinde Boşnakları suçlayıp 1389’dan sonra Boşnakların Türkleştiğine vurgu yapar) ayrı bir millet olarak Yugoslavya toplumunda da anılmamıştır. İlk kez 1961’de Boşnaklar Müslüman tanımıyla Anayasa’da ayrı bir millet olarak tanımlanmıştır. Ancak bu politikanın da Boşnakları asimile etme yönünde bir eğilim olduğu anlaşılmaktadır. Zîrâ Hırvat ve Sırplar, Müslüman tanımlaması aracılığı ile Boşnaklar için ‘Müslümanlaşmış Sırp’ ya da ‘Müslümanlaşmış Hırvat’ olarak bir tanım oluşturup asimile politikaları uygulamak istemiştir. İlk kez Dayton ile ‘Boşnak’ olarak Anayasa’da anılmaya başlamışlardır. Bir kimlik oluşumu yönünden bağlayıcılığı olmasına karşın Dayton’un toplumsal birçok sorunu çözüme kavuşturmada yetersiz kaldığı anlaşılmaktadır.
Ortak bir Bosna-Hersek vatandaşı olgusunun meydana getirilememesi şüphesiz en önemli sorunların başında gelmektedir. Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyetinin entite düzeyinde geniş yetkilere sahip olması ile birlikte entite içindeki Hırvat ve Sırp vatandaşların ayrılıkçı düşünceleri ortak bilincin oluşumunu engellemektedir. Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Dodik’in ‘Bosna-Hersek ülkesi bize bir dayatmadır’ ifadesi aslında Bosnalı Sırpların Sırbistan ile birleşme hedeflerini açıklamaktadır. Zîrâ bu hedefleri doğrultusunda kendilerine ‘Önce Özerklik Sonra Bağımsızlık’ sloganı oluşturarak entite düzeyinde sahip oldukları özerkliği bağımsızlığa dönüştürecekleri inancını korumaktalar.
Hırvatlar da paralel bir şekilde Mostar merkezli bir entite hayali kurmakta ve ülke içinde Boşnak ve Sırplara karşı azınlık durumunda bulunduklarını belirterek birçok Hırvat siyasi partinin bir araya gelerek oluşturduğu ‘Hırvat Milli Konseyi’ ile ayrılıkçı söylemlerde bulunmaktadır.
Üçlü Başkanlık Konseyi Hırvat Eski Üyesi Dragan Cović
Ayrılıkçı hareketlerin ise teşvik edici noktası ise Dayton Antlaşması’nın bir ‘eki’ olan Bosna-Hersek Anayasası’nın 4. Maddesinin üçünçü fıkrasıdır. Boşnak Anayasa Hukukçusu Ömer İbrahimagić, bu maddenin entitelere üstünlük tanıyarak ‘Bosna-Hersek Vatandaşı’ anlayışına engel teşkil ettiğini vurgulamıştır.
Kamusal hizmetlere ulaşım ve kamusal hizmetlerin sunumunda da bu etnik ayrışmanın derin izleri tespit edilebilmektedir. Üç kurucu halkın da kendine ait ve kendi politikaları dahilinde hazırlanan eğitim müfredatı vardır. Ayrıca Boşnak, Hırvat ve Sırplar kendilerine ait olan sağlık kuruluşlarından hizmet almayı tercih etmektedir. Devletin sunduğu ana kamusal hizmetlerden olan sağlık ve eğitim alanında dahi bu ayrışmanın varlığı ortak kimliğe engel oluşturucu bir diğer önemli husustur.
Savaş zamanı oluşan mülteci sorunu günümüz Bosna’sının en önemli gündem konusunu teşkil etmektedir. 2.5 milyon mülteci savaş zamanında evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Ancak Dayton Antlaşması’nın içeriğinde bulunan ‘Mülteciler ve Yerlerinden Edilmiş Kişiler’ başlığı ile bu mültecilerin evlerine dönmesinin bir hak olduğu açıkça ifade edilmiştir. Geri dönüşü desteklemek ve teşvik etmek amacı ile Açık Şehirler projesini başlatan Birleşmiş Milletler, mültecilerin geri dönüşüne engel çıkarmayan şehirlere uluslararası maddi yardımların sağlayacağını açıklamış, aksi yönde davranıp dönüşe engeller çıkaran şehirlerin ise bu uluslararası yardımlardan mahrum bırakılacağını ifade etmiştir. Ancak teşvik edici bu projelerin Dayton’un meydana getirdiği toplumsal sorunları çözüme kavuşturamamıştır. Zîrâ savaş zamanı Sırp Ordusu’nun işgal ettiği yerler Dayton ile Sırp Cumhuriyeti’nin toprakları olarak kabul edilmiştir. Bu karar hem ‘güçlü olanın haklı olduğu ve adaletten söz edilemeyeceği’ algısını oluşturmuş hem de savaş öncesi çoğunluğu Boşnaklardan oluşan şehirlerde %90’lara varan Sırp nüfusun oluşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla bugün sayıları azımsanmayacak derecede fazla olan Boşnak nüfus kendi istekleri ile evlerine geri dönmemektedir. Zîrâ değişen nüfus yapısı sonrası kamusal hizmetlere ulaşmada ayrımcılık yaşayacaklarını ve toplumsal çatışmaların meydana geleceğini düşünmektedir. Dayton’un meşrulaştırdığı bu işgal, mültecilerin evlerine dönüşünü zorlaştırmaktadır. Savaş döneminin ABD Başkanı Clinton beklenenden daha az mültecinin evlerine dönebildiğini itiraf etmiştir. Bugün Banja Luka, Foća, Zvornik ve Vişegrad gibi şehirlerde işgalci Sırp nüfus oranı %90’ları aşmıştır.
Toplumun devlet yönetiminde temsil edilmesinde çoğulculuğu ve eşitlikçiliği vurgulayan Dayton Antlaşması iki önemli noktada insan hakları ihlaline yol açmaktadır. Üç kurucu halkın temsiliyeti doğrultusundaki en önemli tezat ve çıkmaz, Sırp Cumhuriyeti’nde yaşayan Boşnak ve Hırvatlar ile Bosna-Hersek Federasyonu’nda yaşayan Sırpların ‘Halk Meclisine’ seçilememesidir. Hatırlayacağımız üzere Halk Meclisi, üç kurucu halkın milli çıkarları doğrultusunda karar alabilmekte ve yine bu doğrultuda Temsilciler Meclisi’nin kararlarını veto edebilmektedir. Ortaya çıkan tezat şunu göstermektedir ki Sırp Cumhuriyeti’nde yaşayan Boşnaklar ile Hırvatlar ve Bosna-Hersek Federasyonu’nda yaşayan Sırplar, yaşadıkları entite içinde milli çıkarları adına söz sahibi olamamaktadır. Dayton’un insan haklarını ihlal ettiği diğer önemli husus ise ülkede yaşayan üç kurucu halk dışındaki diğer unsurların ve azınlıkların Üçlü Başkanlık Konseyi’nde temsil edilememesidir. Bu ihlalin giderilmesi için Bosna-Hersek’te yaşayan Roman asıllı Dervo Sejdić ve Yahudi dinine mensup Jakop Finci’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine açtıkları dava olumlu sonuçlanmış ve AİHM diğer azınlık unsurların da Üçlü Başkanlık Konseyi’nde temsil edilmesi yönünde karar vermiştir. Ancak alınan bu karar Bosna-Hersek Devlet Yönetimi için oldukça uzun vadeli ve zor gözükmektedir. Özellikle ülkede azınlık olarak kaldıklarını vurgulayan Hırvat partiler kendi talepleri karşılanmadıkça AİHM’nin bu kararına sıcak bakmamaktadır.
SONUÇ
Dayton Antlaşması her ne kadar kanlı savaşı bitirip üç kurucu halka eşit şekilde yaşayacakları bir ülke tesis etse de ortaya konan istek ve planların teoride kaldıkları anlaşılmaktadır. Tesis edilen Bosna-Hersek ülkesi toplumsal barışı sağlamak yerine tekrardan bir savaşın patlak vermesini engellemek için varlığını sürdürmektedir. Bu durum ‘ölümü beklenen bir hastaya yaşaması için zorla nefes aldırılmasına’ benzemektedir. Bu düşünce ve planlar doğrultusunda karmaşık bir Bosna-Hersek devlet teşkilatı oluşturularak etnik ayrılık adeta kurumsallaştırılmıştır. Savaşı bir an önce durdurmak için Sırp Milis Güçleri tarafından işgal edilen topraklar meşru kabul edilmiş, Boşnaklara kendi toprakları üzerinde tek başına söz sahibi olmadan Hırvatlarla ortak bir yönetim modeli dayatılmıştır. Devleti meydana getiren en önemli unsur olan ‘egemenliğin’ dış müdahalenin buyruğunda olması devletsiz bir toplum meydana getirmektedir. Toplumsal refahın giderek azaldığı Bosna-Hersek’te sorunlara çözüm olamayan Dayton Antlaşmasının revize edilmesi kaçınılmaz gözükmektedir. 1995’te ABD’nin Dışişleri Bakan Yardımcılığı’nı yürüten ve Dayton’un mimarı olarak bilinen Richard Holbrooke 2005’te yaptığı bir açıklamada Dayton’un mükemmel olmadığını ve geliştirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Kamusal refahın artırılması ve sürdürülebilir kılınması adına etnik bölünmüşlüğü kurumsallaştıracak uygulamaların değiştirilmesi ve ortak bir Bosna-Hersek Vatandaşlığının oluşturulması aciliyet teşkil etmektedir. Zîrâ bu etnik ve politik ayrışma etkin kamu politikaları oluşumunu engelleyeci en önemli etmen olarak öne çıkmaktadır. Kamu politikalarının oluşumunda önemli bir gereklilik olan bireysel sorunlar bu ayrışmadan dolayı kamusal soruna dönüşememekte, kamusal soruna dönüşse de entitelerin ve Üçlü Başkanlık Konseyi’ndeki başkanın kamu politika ajandasına mevcut kamusal sorun dahil olamamaktadır. Kamu politikasının oluşturulmasının gerçekleşmesi bile uygulama aşamasında yer alan yürütme organlarının fazlalığı ve çatışmasını engelleyememektedir.
Muhammed Enes DANALIOĞLU
RUBASAM Bosna Hersek Uzmanı
KAYNAKÇA
Bosna-Hersek Anayasası / Erişim: https://www.wipo.int/edocs/lexdocs/laws/en/ba/ba020en.pdf
Bosna-Hersek Siyasetini Anlama Klavuzu / Mehmet Uğur Ekinci
Bosna-Hersek Devleti 1991-2011 / Cemile Tekin Halilović
Bosna-Hersek: İç Savaştan Konsensüs Demokrasisine / Oktay Uygun
Kamu Politikası / Mete Yıldız – Mehmet Zahid Sobacı
Siyasi İlahiyat / Carl Schmitt
Siyasi Tarih-İlk Çağlardan 1918’e / Oral Sander Reklamlar about:blank