14.ncü yüzyılda Balkanları adaletle fetheden Osmanlı Türkleri, hükümranlıkları süresince huzur ve sükunu tesis etmiş olmalarına rağmen Dünyadaki siyasi-askeri-kültürel gelişmeleri takip edememek, sağlıklı bir ekonomi ve yönetim oluşturamamak, iç çekişmeler ve ihanetler nedeniyle yavaş yavaş ömrünü tamamlamak üzereydi. 19.uncu yüzyıl boyunca süren savaşlarda birçok toprağımızı kaybettikten sonra, 1912-1913 Balkan Savaşıyla Rumeli’ye veda etmiştik. Batı Trakya ise , I.nci Balkan Savaşı’nın başında 1912’de Bulgarlar tarafından; 1913 II.nci Balkan Savaşında da Yunanlılar tarafından işgal edilmişti.
Birinci Balkan Savaşını bitiren 30 Mayıs 1913 Londra anlaşmasıyla 550 yıllık vatanının elden çıkması Türkler üzerinde şok etkisi yaptı. İşgalcilerin, korkunç zulüm ve soykırımı nedeniyle, halk panik halindeydi.
Aldıklarıyla yetinmeyen Bulgarlar 03 TEMMUZ 1913’te eski müttefikleri olan Yunanistan ve Sırbistan’a taarruz etti. Ancak her iki cephede de yenildi. Bu hezimet sonucu Romanya da Bulgaristan’a saldırdı ve Tuna nehrini aşarak Sofya’ya ilerlemeye başladı. Böylece Edirne’yi geri almak ve Avrupa sınırlarımızı Meriç nehrine kadar genişletmek fırsatı doğmuştu. Kuşçubaşı Eşref (Sencer) Bey’in Komutasında bir milis kuvveti oluşturuldu. Bu grup topçu bataryalarının da desteğiyle Çöplüce’yi aşıp Bulgar hatlarına saldırınca paniğe uğrayan düşman bozgun halinde kaçmaya başladı. Akabinde Marmara Ereğlisi, Tekirdağ, Muratlı ve Çorlu geri alındı. Harbiye Nazırı İzzet paşa’nın tepkisine ve derhal durmalarını emretmesine rağmen, bu kahramanlar “BİZ SORUMSUZ, MİLLİ HEYECAN VE MİLLİ HAYSİYETİN ORTAYA ÇIKARDIĞI BİR KUVVETİZ. ORADA MİLETİN MENFAATİ VE HAYATİYETİ VAR.” Diyerek Enver Bey’in(Paşa) de desteğiyle mücadeleye devam ettiler.
Edirne’ye sızan müfrezenin operasyonuyla Bulgar askerleri tesirsiz hale getirildi ve 21 TEMMUZ 1913’te Edirne geri alındı. Batılı Devletler Osmanlı yönetiminden Meriç nehrinin batısına geçilmeyeceğine dair garanti almışlardı. Buna rağmen Enver Bey, Kuşçubaşı Eşref komutasındaki 116 kişilik bir müfrezeyi Bulgar zulmü altındaki Batı Trakya içlerine gönderirken karargahı Yb.Süleyman Askeri, İhsan Bey, Bnb.İhsan Bey, Serviceli Ekrem, Bnb.Lütfi Bey, Kısıklılı Cemil Bey, Yzb.Hilmi Bey’lerle takviye edilmişti.
Meriç nehrini geçen gönüllü kuvvet Doğu Rodoplardaki Ortaköy’e girdi sonra Koşukavak ilçesindeki 1200 kişilik Bulgar çetesinden sonra bir Bulgar Süvari Alayı esir edilerek 13 AĞUSTOS 1913’te Mestanlı’ya , 19 AĞUSTOS 1913’te Kırcaali iline girildi. Ele geçirilen yerlerde birer yerli hükümet reisi tayin edilerek can güvenliği sağlandı. Bu gelişmeler İstanbul tarafından hoş karşılanmadı ve daha ileri gitmemeleri emri verildi. Eşref Kuşçubaşı, bu emir üzerine, Edirne’de Enver Beyle görüşerek emrin aksine bütün Batı Trakya’da harekata devam ettiler. 31 AĞUSTOS 1913’te Gümülcine, 1 EYLÜL 1913’te İskeçe alınmış ve Meriç boyları Bulgar unsurlardan arındırılarak Batı Trakya temizlenmişti. Bunun üzerine 2 EKİM 1913’te Dedeağaç, Yunanlılarca yeni Türk Devleti’ne bırakılmıştır.
Kuşçubaşı Eşref Bey ve Süleyman Askeri Bey, 31 AĞUSTOS 1913’te bugün Batı Trakya Türk Cumhuriyeti olarak anılan “Garbî Trakya Hükûmet-i Müstakilesi” (Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti)’nin kuruluşunu ilan ettiler. Sınırları; Ortaköy köprüsü – Kırcaali – Eğridere – Paşmaklı, Eşekkulağı geçidi – Makas – Mesta Karasu ve İskeçe üzerinden Ege’ye inmekte, Enez- Gümülcine – İskeçe – Dedeağaç – Karaağaç – Fere- Koşukavak ve Mestanlıyı içine almaktadır. Nüfusu; Toplam (234.700) olup, Müslüman (185.000- %78,82) , Bulgar (25 500- %10,86), Yunan (22.000- %9,37), Yahudi, Ermeni, diğer (2.200- %0,94).
Cunhurbaşkanlığına Müderris Salih efendi, Genelkurmay Başkanlığına Süleyman Askeri Bey getirildi. Başşehri Gümülcineydi, Garbi Trakya Adliyesi ve 30.000 kişilik Ordusu kuruldu. Bayrağı ay-yıldızlı yeşil-siyah-beyaz renklerden oluşuyordu. Sözlerini bizzat Süleyman Askeri Bey’in yazdığı milli marşları vardı. Posta teşkilatı kurup kendi adlarına pul bastırdılar. Pasaport sistemi oluşturdular. Batı Trakya Haberleşme Ajansı’nı kurdular. Özgür adı verilen resmi gazete ile Indénpendant adlı Türkçe- Fransızca gazete çıkarmaya başladılar. Ancak o dönemde Osmanlı Devleti, dış baskıların da etkisiyle yeni kurulan bu Cumhuriyete olumlu bakmıyordu. Başta Rusya olmak üzere İngiltere, Fransa ve diğer Avrupa devletleri bu devleti lağvetmesi için Osmanlı’ya baskı uygulamaya başladılar. Borç batağında yüzen Osmanlı bu baskıya direnemiyordu. Direnirse Ermeni kartını devreye sokacaklarını ve Anadolu’yu parçalayacaklarını söylüyorlardı!!! Yunanistan ise gözü olduğu bu toprakların Bulgaristan tarafından ele geçirilmesi nedeniyle bu devlete sıcak bakıyordu.
Bulgaristan ve Osmanlı Devleti ise yine siyasi sebeplerden dolayı bu devletin sonunu istediler. 29 Eylül 1913’te Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında yapılan İstanbul Antlaşması ile Edirne dahil Doğu Trakya’nın Osmanlı Devleti’ne verilmesine karşılık Batı Trakya Bulgaristan’a bırakılmıştı. “Batı Trakya Geçici Hükümeti” bu duruma karşı çıktı ve antlaşmayı tanımadığını ileri sürdü. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti, direnişi bırakmaları için “Batı Trakya Geçici Hükûmeti’ne” baskı yaparak bölgenin boşaltılması amacıyla Ekim 1913 başlarında gönderilen Miralay Cemal Bey vasıtasıyla “Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti”‘nin toprakları, Bulgarlara teslim edildi.
1913 Ağustos’unun ilk günlerinde, Batı Trakya’da büyük ümitlerle başlayan bu kurtuluş mücadelesi Ekim sonlarında acı bir düşkırıklığı ile sona erdi. Bölgede çoğunluk oluşturan Türkler ve yüzyıllardır Türk hakimiyeti altında kalan bu topraklar da Makedonya gibi hudutlar dışında bırakıldı.
Bulgar Dışişleri Bakanı Geşof hatıralarında ; “Eğer Osmanlı hükümeti Batı Trakya’da kurulan yeni hükümeti kendi eliyle yok etmiş olmasa idi büyük devletler bu tampon devleti kesin olarak tanıyacaklar ve Türkler Balkanlardan çıkmamış olacaklardı. Biz bu sonuçtan endişe ettik. Fakat Osmanlı devlet adamları özellikle Cemal Paşa bize bizden çok hizmet etti!” demiştir.
Bizler cephede kazanmasını biliyor malesef diplomaside aynı başarıyı gösteremiyoruz. Tarihçi Cemal KUTAY, “Batı Trakya’da kurulan ilk Türk Cumhuriyeti, acze, çöküşe ve ihanete karşı hayır diyebilenlerin kükreyişinin, ömrü kısa fakat çok şerefli ve büyük bir Türk Cumhuriyetini içine sığdırabilenlerin öyküsüdür” diyerek hislerimize tercüman olmuştur.
31 Ağustos Batı Trakya Türk Cumhuriyetinin kuruluşu ile 30 Ağustos Zafer Bayramı peşpeşe iki önemli günü anarken, tarafımızı doğru konumlandırmaya dikkat etmek gerekiyor. Çünkü, mazlum milletlere örnek teşkil eden Kurtuluş Savaşımızı taçlandıran 30 Ağustos Zaferinin yıldönümünü kutlarken malesef bu ülkede “keşke Yunan kazansaydı” diyebilecek kadar alçalanları da gördük. Bu gibi gafillere Falih Rıfkı Atay’ın sözleri en güzel cevabı veriyordu; “Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, YURDUMUZU Batının, VİCDANIMIZI ve DÜŞÜNCEMİZİ Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferine, 30 Ağustos Zaferini de Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e borçluyuz...”
1683’te Viyana’dan başlayıp, Ankara önlerine kadar süren geri çekilişimiz, 238 yıl sonra Gazi Mustafa Kemal (ATATÜRK) önderliğinde Sakarya’da durdurulabilmişti. Bu ülkenin gelecek nesilleri onurlu, şerefli, hür ve bağımsız yaşayabilsinler diye kendi gençliklerini savaş meydanlarında tüketmiş ATATÜRK ve silah arkadaşlarına borcumuz vardır, hepsini rahmet ve minnetle anıyor, saygıyla selamlıyorum.
Süheyl ÇOBANOĞLU
RUBASAM Bşk.V.