( Meğerse neler değişmiş ülkemizde, neleri unutmuşuz zamanla! )

Pekiyi 60’lı yıllarda günlük yaşamımıza yön veren, kolaylık sağlayan; iletişiminden, temizliğine, yiyeceğimizden, içeceğimize, ulaşımımızdan, haberleşmemize kadar bize sunulan hizmetler nelerdi?

Ülkemiz; o günlerden, bu günlere hangi yaşam standartlarını yaşayarak, geliştirerek, aşarak ama aslında aile yapımıza yansıyan ekonomik gücüne doğru orantılı olarak hangi süreçlerden geçmişti? İşte o dönemde kullandığımız bazı malzemeler ve yaşamımıza anlam katan renklerden yansımalar:

Arap Sabunu:

Günümüzün Türkiye’sinde yarım asır geriye gittiğimizde, bugünlerde yoğun bir şekilde kullanılan çeşit, çeşit deterjanların yerine; temizlik işlerinde Arap sabunu, ya da beyaz kalın sabunlar kullanılırdı.

Ayı Oynatıcılar:

Bu manzara benim yaşamım boyunca unutamadığım bir insanlık ayıbıydı! Doğal yaşamına müdahale ederek, türlü işkencelerle bazı hareketleri öğrettiğimiz, burnuna geçirilen halkayla da güya insanlara gösteri adı altında bazı garip hareketleri yapan ayılarla; bir elinde tef, diğerinde uzun bir sopanın ucunda ayının burnuna bağlı bir zincir ve kavruk bir Çingene’den oluşan bu ikili; daha çok turistik yerler ve sokak aralarında gösteri yapardı. Elindeki tefi; dokuz-sekizlik bir ritimle çalarak, şarkı söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesiyle ayının sopaya tutunarak, iki ayağının üzerine kalması, bazen yere yatarak bayılma numarası yapması ilginç bir şovu ortaya koyardı.

En çok tutulan gösteri ise: “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır? “sorusunun ardından, ayının sırt üstü yere yatarak bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri sonrasında Çingene başından çıkardığı kasketi ile seyircilerden para toplardı.

1980 sonrasında ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar toplanarak, Uludağ’da oluşturulan ‘ayı yetiştirme ve iyileştirme merkezine’ götürüldüler. İnsanların doğal yaşama, doğal yaşamın canlılarına nasıl zarar verdiğinin en belirgin yansımasından sadece bir tanesiydi…

Boncuklu Kasap Kapıları:

O dönemde çocuk yıllarımın içinde kalan ve hep ilgimi çeken ama biraz da çocuksu oyunlarımın içinde yer alan ‘boncuklu kasap kapılarını’ hiç unutamam. Özellikle yaz aylarında; kocaman boncukların sıra, sıra dizildiği upuzun iplerle kapalı kasap kapılarından içeri girerken, o bocukların çıkardığı şıkırtılı sesleri çok hoşuma giderdi. Yaz sıcağının o boğucu atmosferinde; İstanbul’daki kasapların pek çoğunun kapıları, içeriye sineklerin üşüşmesini önlemek için bu boncuklu siperliklerle örtülü olurdu…

Dalyanlar:

60’lı yıllarda ülkemizi çevreleyen denizler, bugünkü gibi balık çeşitlerinden yoksul halde değildi! Marmara denizinin o kirletilmemiş tertemiz sularında tutulan balıklarının tadı; boğazın eşiz güzelliğine tat katar, yerli ve yabancı herkesimden insanın ‘Boğazda ki, rakı balık keyfi’ hayatlarına büyük bir lezzet verirdi.

İşte o dönemin özellikle uskumru, palamut, torik, lüfer ve kalkan balığı mevsiminde; kıyıya yakın sığca kesimlerle, denizin dibine ağaç kazıklar çakılarak, bunların arasına geniş ve hacimli ağlar gerilirdi. Balık sürüleri bu bölgeden geçerken, bir ucu torba gibi açık olan dalyan ağlarından içeri girerler, bir süre sonra da dalyanın ağzı kapatılarak içindeki balıklar kıyıya çekilirdi. Dalyan tahtalarının birinde dalyan gözcüsü sürekli nöbet tutardı. Görevi; ağa balık sürüsü girince, tuzağın ağzını kapatmaktı. En meşhur dalyanlar, Boğaz’da akıntının yoğun olduğu noktalarda kurulu olan Kavaklar, Sarıyer, Beykoz, Çubuklu ve Salacak ile Marmara kıyılarında Yenikapı ve Bakırköy dalyanlarıydı…

El Radyoları:

60 yıl önce o günlerde, avuç içi kadar büyüklükte, yassı pille çalışan radyolar çok rağbet görürdü. Bilhassa Pazar günleri TRT’nin canlı yayınla yayınladığı lig maçları, kulaklara sıkıca yapıştırılan bu el radyolarını genelde erkekler kullanırdı. Yine o dönemde radyosu olmayan otomobillerde ve diğer araçlarda da torpidonun üzerinde yerlerini alırlar ve yol boyunca açık olurlardı.

Benim de kullandığım bu radyoların parazitini en aza indirmek için, dinlediğim zaman sık, sık yönünü değiştirmek zorunda kaldığımı, daha dün gibi hatırlıyorum…

Mandolin:

60’lı yıllarda, ilkokul çocuklarına çalmaları için adeta zorla dayatılan ama nedense çocuklar tarafından hiç sevilmeyen adına ‘Mandolin’ denen bir İtalyan çalgısı pek modaydı! Bu çalgı öylesine moda olmuştu ki, neredeyse tüm okullarda öğretici kurslar açılır, bütün kırtasiyecilerde mandolin metot kitapları satılırdı…

Leblebi Tozu:

Çocukluğumuzu yaşadığımız 60’lı yıllarda vazgeçemediğimiz muzurlukların başında gelen, ağzımıza doldurduğumuz ‘şekerli leblebi tozunu’ karşımızdakinin suratına püskürttüğümüz o günleri unutmak mümkün müdür? Mahalle bakkallarında satılan, işaret parmağı uzunluğundaki şeffaf torbalara doldurulan bu ‘muzurluk cephanesi!’, eğer ağızda fazla tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan çocuğunu fark eden ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi tozunun geri kalan kısmı aceleyle çöpe atılırdı…

Sosyal Medyada Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

BENZER İÇERİKLER

BALKAN SAVAŞLARI

Yirminci yüzyılın başlarında, yani 1910’larda, bir ayağı Adriyatik Denizinde, bir

SELMA RIZA

İlk kadın gazeteci Selma Rıza;Korkmadan evinin penceresinden bakan bir kadın