Taipei-Pekin-Moskova-Kiev-Vaşington Kuşağındaki Fırtınalar

Rusya’nın 24 Şubat’ta Ukrayna’ya karşı başlattığı derin sarsıntıların devam ettiği bir dönemde ABD yönetiminin üç numarası ABD Temsilciler Başkanı Nancy Pelosi’ninUzakdoğu’ya yaptığı ziyaret turuna Tayvan’ı da eklemesi ve 2 Ağustos’ta bu ülkeyi resmen ziyaret etmesi Hint-Pasifik bölgesindeki tansiyonu yükseltti. 

ABD’nin 1970’li yıllarda benimsediği ‘Tek Çin’ politikasını sorgulatan ve Çin’in büyük tepkisine yol açan bu ziyaret karşısında Çin Tayvan’ı hedef ve ablukaya alan geniş çaplı askeri tatbikat başlatmakta gecikmedi. 

Sonuçları itibariyle sarsıcı gelişmelere meydan veren bu üst düzeyli ziyaretin üzerinden çok fazla zaman geçmeden bu kere Kanada’dan bir parlamento heyetinin 2022 Ekim’inde Tayvan’ı ziyaret etme planı gündeme oturdu.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1949’da kuruluşundan bu yana Çin’in yumuşak karnını Tayvan, Tibet ve Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan Özerk Bölgesi oluşturdu. Buna son dönemde Hong Kong sorunsalı da eklendi. Güney ve Doğu Çin denizlerinde patlak veren bölge ülkeleri arasındaki ihtilaflar da olanca hızıyla dünya gündemine yerleşti.

Hint-Pasifik bölgesinin ciddi bir gerilime sahne olduğu bir sırada Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğini tehdit eden ve Batının Rusya’nın Ukrayna’daki saldırganlığı karşısında Rusya’ya karşı II. Dünya Savaşı sonrası dönemde görülmemiş önlemler almasını tetikleyen sürecin sancıları halen devam etmekte. 

Rusya ile Ukrayna arasında BM gözetiminde ve Türkiye’nin kolaylaştırıcılığında gerçekleşen ‘Tahıl Anlaşması’ yüreklere bir parça su serpmekle birlikte bu gayrımeşru savaşın kısa sürede sonlanmasını beklemek gerçekçi değil. An itibariyle, Rusya’nın tutumunda mucizevi bir değişiklik olmadığı takdirde, ne Rusya’nın niyeti savaşa son vermek, ne de Batı desteğindeki Ukrayna’nın Rusya’nın haksız işgali  karşısında direnç göstermekten vazgeçmesi. Dolayısıyla, Türkiye’nin yakın coğrafyasında patlak veren bu savaşın daha uzun süre devam edeceğini öngörmek gerçekçi olur.

Güncel gelişmelere, çatışmalara ve ihtilaflara odaklanan birçok çevre 2017 yılından bu yana ABD, Rusya ve Çin’in ulusal güvenlik ve askeri stratejilerini/doktrinlerini etraflıca ve kıyaslamalı olarak incelemiş olsalardı ne bugünkü tablo karşısında hazırlıksız bulunurlar, ne de öngörü eksikliği yaşarlardı.

ABD’de Trump döneminde açıklanan güvenlik-askeri stratejiler ve temel önermeleri Biden’ın 2021 Mart’ında ilan ettiği ulusal güvenliğe dair rehber belgeye yansıyan ‘Çin’e dönük strateji’ bölümü ABD ile Çin arasında başlatılan stratejik rekabeti çok açık biçimde gözler önüne serdi.

ABD’nin benimsediği bu stratejik tutuma karşı Rusya da kendi güvenlik-askeri stratejilerini uyarladı ve son olarak 2021 Temmuz’unda Putin’in imzalamasıyla yürürlüğe giren  güvenlik stratejisinde ABD ve NATO’yu ‘dost olmayan ülke/kuruluş’, kısacası hasım güçler olarak tanımladı. Bu yeni güvenlik stratejisinin üzerinden çok fazla zaman geçmeden de 2014’ten sonraki dönemde Ukrayna’ya karşı ikinci saldırı dalgasını başlattı. Özetle Rusya, küresel  bir aktör olarak stratejik düzeyde Batı’ya karşı meydan okuyacağını ilan ettiABD’nin açıkladığı stratejilere Çin 2019 yılında ilan ettiği yeni güvenlik stratejisi ve Küresel Çin 2049 Girişimi’yle yanıt verdi. Xi Jinping’in iktidara gelmesinden sonra savunma sektörüne yaptığı ciddi yatırımlarla ve gerçekleşen askeri reformlarla birlikte Çin’in ‘Asker-Sivil Kaynaşması (Füzyonu)’ doktrinini ete kemiğe bürüdü. Diğer yandan, yeni güvenlik stratejisinde ABD’yi kısa vadede tam manasıyla karşısına alacak ifadelere yer vermemekle birlikte, ABD’nin stratejik rekabetini kendisi için de bir gerçeklik olarak tanımladı.

ABD-Çin-Rusya arasındaki küresel rekabet, hem NATO’nun Madrid Zirvesi’nde onayladığı Stratejik Konsept, hem AB’nin 2022 Mart’ında açıkladığı Stratejik Pusula belgesi açısından sonuçlar doğurdu. Rusya’nın, sözkonusu her iki temel belgede ana tehdit kaynağı olarak betimlenmesine karşılık Çin, doğrudan bir askeri tehdit statüsünde görülmedi; ‘bir işbirliği ortağı, ekonomik ve stratejik rakip’ şeklinde tasvir edildi. Çin, ABD’den farklı olarak  NATO ve AB için hem bir sınama, hem işbirliği fırsatları sunan bir rakip (hasım değil) olarak tanımlandı.

Son sekiz yılda küresel ölçekte ortaya çıkan gelişmeleri mercek altına aldığımızda 2000’li yılların başından beri tek kutuplu dünya düzeninin evrilmekte olduğunu ve üç temel aktör (ABD-Rusya-Çin) arasında stratejik çekişmenin ivme ve güç kazandığına tanık oluyoruz.

Önümüzdeki yıllarda yeni bir küresel güvenlik mimarisinin ve bunun içini dolduracak yeni normatif bir yapılanmanın ortaya çıkacağını görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında dünya çapında geniş coğrafi bölgeleri kapsayacak sancılı ve çatışmalı bir dönemece girildiğini gözlemliyoruz.

Ortaya çıkan son gelişmelerle birlikte temel küresel aktörler ile çeşitli grup veya teşkilatlara mensup olan bölgesel alt aktörler (Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi) arasındaki rekabetin yükselme eğrisine girmeleri şaşırtıcı olmayacaktır.

Gündemdeki sistemik rekabet artarken her bir ülke grubunun veya münferiden ülkelerin dış ve güvenlik politikalarının otonomi alanının yeniden belirleneceği gerçeği de karşımızda duruyor. Öte yandan, mevcut küresel tabloda ekonomik-askeri-teknolojik gücü itibariyle genel anlamıyla Batı’nın üstünlüğü halen devam ediyor. Yeni hegemon güçler olarak dünya sahnesindeki yerlerini korumaya çalışan veya bu statüyü elde etme yönünde atılımlar yapan ülkeler karşısında Batı dünyası kendini güncel koşullara uyarlamak üzere harekete geçmiş durumda. 

Türkiye ve bölgemize döndüğümüzde bizlerin karşısına da yeni dengeler/denklemler çıkıyor. Bu çerçevede Türkiye’deki yönetimin, ekonomideki bozulma ve daralmaya da bağlı olarak, bölge politikalarında daha dengeli ve gerçekçi bir yöne seyretmekte olduğu söylenebilir. Dünya ve bölge gerçekleri, dış ve güvenlik politikalarında ülkenin güç bileşenlerini zorlayan, dikiş tutması mümkün olmayan, gerçekçilikten ve ülkenin diplomatik kurumsal mirasından uzak yollara sapıldığında nasıl ağır bir tabloyla karşılaşılacağını açıkça ortaya koydu. Şimdi sıra bölgesel ilişkilerin normalleştirilmesine dönük adımların ardı ardına atılması zorunluluğuna geldi. ‘Değerli yalnızlığın’ bir tercih değil, hatalarla bezeli bir yol olduğu anlaşıldı.

Türkiye’deki kimi çevrelerin Batı’nın gerileme içinde olduğunu yıllardır savunmakta bulundukları biliniyor. Oysa mevcut veriler incelendiğinde Batı’nın, ekonomik ölçekte özellikle Çin’den kaynaklı rekabet karşısında geçmişe kıyasla eski gücüne sahip olmadığı bir olgu olmakla birlikte, dünya sahnesinde bir figürana evrilmediği de nesnel bir gerçeklik. Elindeki en güçlü kozlardan biri ise, Rusya ve Çin’le kıyaslandığında ittifaklar kurmada sergilediği başarı. Buna bir de genel çıkarları gerektirdiğinde güven telkin etmeyen, inandırıcılıktan uzak ters adımlar atabilmekte beis görmemekle birlikte, demokrasi, insan hakları, bireysel özgürlükler ve hukukun üstünlüğüne dayalı değerler silsilesini temsil etmede halen koruduğu performansı.

Popülizm/popülist siyasetçiler bir yandan demokrasilerin zayıflamasına yol açtılar, diğer yandan demokrasi dışı otokrasilerin güçlenmesine zemin hazırladılar. Kendi ülke çıkarlarına olmasa bile değerlerine ciddi hasar verdiler. Şimdi görmekte olduğumuz tablo, popülist liderlerin tedricen de olsa birer birer sahneyi terketmek zorunda kalmaları. Bu gelişme sürdüğü takdirde, mevcut sınama ve zorluklara karşın bu süreçten demokrasilerin kazançlı çıkacak olmaları.

Stratejik rekabetin eşliğinde devam eden bu süreci sıhhatli okuyamayan, ülke çıkarlarını gözeten bir çerçeveye oturtamayan yönetimlerin, yerlerini yeni bir anlayışa bırakmaları veya kendilerini düşünsel-kavramsal destekleyicileriyle birlikte daha fazla otokrasiye sürükleyen gerçeklikten kopuk bir mecraya yönelmeleri.

Stratejik rekabetin bir yönü itibariyle çıkarlar-değerler denklemini de değiştireceği ve önümüzdeki dönemde bu denklem bünyesindeki normları yeniden yapılanmaya tabi tutmaya yöneleceği öngörülebilir. 

Ülkeler ve toplumlarının barış, huzur ve refahını arttırmaya dayalı bir yolda yapılacak tercihlerin sağlıklı olmasının koşulu, küresel ölçekte meydana gelen gelişmelerin tetiklediği süreci doğru okumak ve bunun gereklerini münferiden ve toplu çerçevelerde ulusal çıkarların gerekleriyle bağdaştırmak; görünürdeki konjonktürel zorluklara göre belirlenen geçici politikalar yerine sağlam ve tam teşekküllü bir demokrasi vizyonu üzerine kurulu, dış ve güvenlik politikalarını da kapsayan, kalıcı bir yeniden yapılanmayı inşa etmek.

Sosyal Medyada Paylaş
Picture of Fatih CEYLAN
Fatih CEYLAN
Fatih CEYLAN - 6 Ekim 1957 tarihinde Bursa'da doğmuştur. Robert Koleji ve 1979 yılı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1979 yılında Dışişleri Bakanlığı'nın Kıbrıs İşleri Dairesi’nde aday meslek memuru olarak göreve başlamış çeşitli diplomatik görevlerin ardından 2006-2009 arasında Sudan büyükelçiliğinde bulunmuş, 2009-2010 yıllarında İkili Siyasi İşler Genel Müdürlüğü (Doğu Avrupa ile Kafkasya ve Orta Asya ülkeleriyle ilişkileri kapsamaktadır) görevini yürütümüştür ardından 2010-2013 yıllarında Doğu Avrupa, Kafkasya, Orta Asya ve Uluslararası Güvenlik işlerinden sorumlu Müsteşar Yardımcısı (İkili Siyasi İşler Müsteşar yardımcılığı) olmuş ve 20 Eylül 2013 - 15 Kasım 2018 tarihleri arasında NATO Daimi Temsilciliği görevini yürütmüştür. Fatih Ceylan, evli ve 3 çocuk babasıdır. 2009 yılında adı Türkiye'nin NATO genel sekreter birinci yardımcılığı için geçmiş, ayrıca 2010 yılında ise Türkiye'nin Kırgızistan Özel Temsilcisi olarak da görev yapmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

BENZER İÇERİKLER