Yüzyılın Hikâyesi; TBMM’nin Açılmasına Giden Süreç, Türk İstiklali (Milli Egemenlik) ve Cumhuriyet (I)

RUPAM Başkanı

Süleyman ÖZMEN

11 Nisan 2020

Her millet, tarihi süreçte geçirmiş olduğu olayları, gelecek nesillere aktararak, onların bu olaylardan ders almalarını ister. Bu durum, milletlerin geleceklerini güvence altına almak düşüncesiyle yakından ilgilidir. Çünkü böylelikle yeni nesiller, ileride benzer olaylarla karşılaştıkları zaman, bu olaylara bakarak yapmaları gereken işler hakkında fikir sahibi olabileceklerdir. Bu düşüncenin eseri olarak, emperyalizme karşı verilmiş kutsal bir savaş olan var olma mücadelesini gerçekleştirerek, Türkiye Cumhuriyetini kuranlar da, Millî Mücadelenin hangi şartlarda kazanıldığı ve cumhuriyetin hangi şartlarda kurulduğunu bütün millet ve yetişecek yeni nesiller tarafından bilinmesini ve ona göre sahip çıkılmasını istiyorlardı.

Mustafa Kemal Atatürk 9 Mayıs 1935 tarihinde yapmış olduğu bir konuşmada Türk İnkılâbını ifade ederken: “Uçurum kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız, devrimler. İşte Türk Genel Devrimi’nin bir kısa ifadesi…” Demiştir. Burada Türk İstiklalinin hangi şartlar altında elde edildiği anlatılmaktadır.

Bu yıl TBMM’nin açılışının 100ncü yıldönümünü kutluyoruz. Milletimize kutlu olsun.

 

TBMM’nin Açılışına Giden Süreç ve Ardındaki Gerçekler

Millet; insanlığın bu gün ulaştığı uygarlık düzeyinde oluşturabildiği en yüksek toplumsal aşamayı ifade etmektedir. Şüphesizdir ki, bir millete mensup olmanın geçmişle ve gelecekle yoğun ilişkisi vardır. Birlikte yaşanan ve kuşaktan kuşağa devredilerek dünyaya bakışı şekillendiren ortak geçmiş, hem bireyin özgüvenini hem de toplumun birlikte yaşama ve daha iyi bir geleceği birlikte inşa etme ülküsünü güçlendirmektedir.

Söz konusu ettiğimiz ortak geçmiş, hep iyi ya da ideal değerler doğrultusunda gelişmiş bir dizge değildir. İyi-kötü, doğru-yanlış tıpkı hayatın kendi akışı gibi iç-içe geçmiş bulunmaktadır. Unutmamalıyız ki, tarih adını verdiğimiz geçmiş, bize sürekli doğrusal bir çizgi sunmaz. Yani her şey, bütün milletler için, her zaman iyiye doğru bir değişim çizgisi izlemez. Medeniyet adını verdiğimiz insanlığın toplam değerlerinin geliştiği merkezler her zaman sabit olmamıştır. Bu merkezler zaman içinde değişirler. Öncülük, farklı kültürler tarafından üstlenilebilir ve böyle olmuştur. Gelecekte de bunun farklı işleyeceğine ilişkin bir belirti henüz yoktur ama bütün yaratıcı kültürler, temsil ettikleri medeniyetin ölümsüz olduğuna ilişkin ilginç bir inancı sürdürürler. Toplumların karşı karşıya kaldığı asıl travma bu duygudan kaynaklanmaktadır denilebilir.

İkiye bölünmüş Roma’nın Batı’sı, M.S. V. Yüzyılın sonlarına doğru bozkırlardan gelen savaşçı toplulukların kuşatması altında olduğu bir dönemde, kendini “güneşi hiç batmayacak olan ihtişam”ın temsilcisi olarak tanımlıyordu. Romanın yıkılışı Avrupa’yı koyu bir karanlığa sürükledi ve insanlığın medenî merkezi Doğu’ya kaydı. Türk kültür ve medeniyeti bu tarz bir travmayı 18. yüzyılda yaşadı. Roma’nın çöküşünden sonra Batı’nın sürüklendiği “karanlık çağ” kendi yükseliş dinamiklerini oluşturmaya çabalarken, medeniyetin merkezi olan Doğu’daki öncülük 11. yüzyıldan başlayarak Araplar’dan Türklere geçti. Medeniyet merkezlerindeki kayma 17. yüzyılda tekrar Batı’ya yöneldi. Ancak bunun sarsıcı sonuçları Türkler tarafından ancak 18. yüzyılda hissedildi ve halen de hissediliyor. Türkler de tıpkı Romalılar gibi kendi temsil ettikleri medeniyetin ve mensup oldukları kültürün “evrensel ve ebedi üstünlük” imgelerine içtenlikle inanıyorlardı. Nitekim günümüzde de bu inancın izlerini sürmek mümkündür. Ancak bu davranış ve sorun çözme kodlarının artık yetersiz kaldığını yaşayarak öğrendikçe sistemi, kendi medeniyetlerinin kodlarını ve nihayet özgün kültürel kodlarını sorgulamaya başladılar. Bu sorgulamanın günümüzde de sürdüğünü kabul etmek gerekmektedir.

Prof. Dr. Suna Kili’nin “Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli” başlıklı eserinde de vurguladığı üzere; “Türk milleti; ulusal kurtuluş, ulusal bağımsızlık savaşı vermiş bir millettir. Türk milleti tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamış ve sömürge durumuna düşmemiştir. Bu millet, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminden başlayarak devletin zayıflaması ve güçsüzleşmesi oranında kapitülasyonlar yoluyla sömürülmüş fakat bir başka devletin egemenliği altına girmemiştir.”

Osmanlı İmparatorluğu ya da Osmanlı Devleti “Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye – Büyük Osmanlı Devleti”, 1299-1922 yılları arasında varlığını sürdürmüş Türk devletidir. Dünya tarihinin en uzun süreli imparatorluklarından biri olan Osmanlı İmparatorluğu; Doğu Avrupa, Güneybatı Asya, Kuzey Afrika ve Atlas Okyanusu doğal sınırlarına ulaşana kadar topraklarını genişletmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nu Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup Osman Gazi Söğüt ve Domaniç civarında 1299 yılında kurmuştur. Devlet dördüncü padişah olan Yıldırım Bayezid’in Timur’a esir düşmesiyle Fetret Devri’ne girmiştir. 11 yıl süren taht kavgalarından sonra Mehmet Çelebi (I. Mehmet), Fetret Devri’ne son vermiştir. Fatih Sultan Mehmet, 1453’te Konstantiniyye’yi fethederek Doğu Roma İmparatorluğu’nu sonlandırmıştır. Bazı tarihçilere göre bu zaferle Orta Çağ’ın sona erip Yeni Çağ’ın başlamasını sağlamıştır. Bu fetihle beraber devlet, imparatorluğa yükselmiştir.

Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethetmiş, halifeliğin Osmanlı Padişahlarına geçmesini sağlamış, Kanuni Sultan Süleyman, Orta Avrupa’da büyük ilerleme kaydetmiş ve Macar Krallığı’na son vermiştir. Avrupa’ya karşı sağlanan üstünlük, I. Ahmet ile birlikte son bulmuştur. 11 Kasım 1606 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Arşidüklüğü arasında imzalanan Zitvatorok Antlaşması Osmanlı Devleti’nin artık eski gücünde olmadığını gösteriyordu. Bu antlaşma ile 1533 tarihli İstanbul Antlaşması ile elde edilen protokol ve hukuksal alandaki üstünlük Osmanlı İmparatorluğu açısından sona ermiş, bu iki devlet ve yöneticileri hukuk ve protokol anlamında birbirlerine eşit sayılmışlardır.

  1. Mustafa ve Genç Osman ile birlikte tahttan indirilmeler başlamış, devlet yönetimi Bağdat’ın fethedilmesini sağlayan IV. Murad’a kadar zayıflamıştır. II. Mustafa zamanında ise Osmanlı ilk defa büyük ölçüde toprak kaybetmiş, bu zaman diliminden itibaren reformist, yenilikçi akımlar başlamıştır. II. Mahmud isyanların baş gösterdiği Yeniçeri Ocağı’nı kapattırmıştır. Abdülmecid 1839’da Tanzimat Fermanını ve 1856’da Islahat Fermanı’nı ilan etmiş, II. Abdülhamit 1876’da Birinci Meşrutiyeti ilan etmiştir.

Anadolu isyanları; Celalî (1519), Baba Zünnun (1525), Kalender Çelebi (1528), Karayazıcı (1598), kısaca Celali ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirmiş, ağır vergiler yüzünden ya da “Büyük Kaçgun” sırasında yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçmiştir. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırmışlar ve böylece Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan tımar sistemi bozulmuştur. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler olmuş. Tarımsal üretim gerilemiş ve kıtlık tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açmıştır. On binlerce insan yaşamını yitirmiş ve pek çok yerleşim yeri de yıkıma uğramıştır. Avrupa’daki gelişmelerin (Reform, Rönesans) takip edilmemesi, akılcılık ve bilimden uzaklaşmak a Osmanlı’nın gerilemesine ve devamında yıkılmasına yol açmıştır.

Değişen ticaret yolları ve gelişen Avrupa teknolojisi, Osmanlıların Avrupalılar karşısında güç kaybetmesine neden olmuştur. 1683 yılındaki II. Viyana Kuşatması’yla beraber, Kutsal İttifak Savaşları başlamış. 26 Ocak 1699 tarihinde Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile imzalanan Karlofça Antlaşması, Osmanlı-Kutsal ittifak Savaşları’nı bitirmiştir. 1699 Karlofça Antlaşması, Osmanlı Devleti’nin toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemi başlamıştır.

Osmanlı tarihinde Karlofça Antlaşması’ndan (1699) başlayarak, Yaş Antlaşması’na kadar (1792) geçen süreye de Gerileme Dönemi denir. Bu dönemin sonlarına doğru, Osmanlı Devleti’ne Avrupalılar tarafından “Hasta Adam” denmeye başlanmıştır. Çünkü bu dönemde Osmanlı Devleti, büyük oranda toprak kayıpları yaşamıştır. Bu dönemde Karlofça ve İstanbul Antlaşmaları’yla kaybedilen yerleri geri almak ve mevcut toprakları korumak amacıyla batıda Avusturya ve Venedik, kuzeyde Rusya ve doğuda İran ile savaşlar yapılmıştır.

Toplumumuzun var olma mücadelesinde Türk İnkılabının önemini ve Cumhuriyete giden süreci anlamak bakımından Osmanlı Devleti’ni gerileme ve sonrasında da çöküşe götüren bu olaylara değinmek gerekmektedir. Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren yaşanan gelişmeler ve bunların ortaya çıkarttığı sonuçlar, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerilemeye götüren temel dış etkenleri oluşturmaktadır.

  1. ve 16. yüzyıllardaki Coğrafi Keşifler, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen olduğu ticaret yollarının değişmesine neden olmuştur. Bu değişimin en önemli sonucu Avrupa’da sömürgeciliğe dayalı yeni güçlerin ortaya çıkmasıdır. İspanya, Portekiz ve 17. yüzyıldan başlayarak İngiltere ve Fransa nüfus ihracı yoluyla yeni topraklar ve gelir kaynakları yaratmayı başarmışlar ve bu Osmanlı maliyesi üzerinde ciddi bir baskı yaratmıştır.

Öte yandan 17. yüzyılın Aydınlanma düşüncesinde, kilisenin etkinliğinin kırılması, toplumun geniş kesimlerinin yönetime katılması ve düşünce özgürlüğü gibi söylemler yer almıştır. Aydınlanma düşüncesi, kilisenin “bilgi” üzerindeki tekelini kırmış ve bilimin öne çıkmasını sağlamıştır.

Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile insanın dünyaya bakış açısı da büyük ölçüde farklılaşmıştır. Bu gelişme, Sanayi Devrimine yol açmış ve geleneksel üretim tarzı değişmiştir. İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi sayesinde fabrikalaşma ile ucuz ve seri üretim gelişmiş, ticaret canlanmış, insan gücünün yerini makineler almıştır. Endüstri Devrimi, pazar ve hammadde arayışını başlatmış bu nedenle sömürgecilik politikaları ortaya çıkmıştır. Avrupa’dan nüfus ihracı yoluyla kurulan koloniler, önemli hammadde üretim merkezlerine dönüşmenin yanı sıra büyük gelir kaynakları haline gelmiştir.

Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu toprakların, stratejik bakımdan, Avrupa’nın sömürgelerine giden yolda önemli bir bağlantı durumunda olması Türkiye’nin sömürgecilik rekabetinin temel hedeflerinden biri haline gelmesine neden olmuştur.

  1. yüzyılda toplumlar arasındaki ilişkileri Fransız İhtilali ile ortaya çıkan demokrasi, özgürlük ve milliyetçilik düşüncesi etkilemiştir. Özellikle milliyetçilik düşüncesi, bağımsızlık duygularının güçlenmesine neden olmuştur. Her millet kendi devletini kurmalıdır düşüncesi imparatorlukların yıkılmasına neden olmuş, “Anayasa”lı rejimler peş peşe kurulmaya ve Avrupa’da ulus-devletler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Osmanlı Devleti, Avrupa’daki bu gelişmeleri zamanında fark edememiş ve fark ettiğinde ise bu gelişmeleri sadece siyasi boyutta ele alarak orduda yapılacak yeniliklerin durumu düzelteceği yanılgısına düşmüştür.

(Devam Edecek)

Sosyal Medyada Paylaş

Bir Yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

BENZER İÇERİKLER

KAMUOYUNA SAYGIYLA  

Bebek Katili Terörist Başı Öcalan’ın, TBMM’de konuşma yapmak üzere davet

HAYIR MI, ŞER Mİ???

DEM Partili vekiller Sırrı Süreyya Önder ile Pervin Buldan İmralı