Yüzyılın Hikâyesi; TBMM’nin Açılmasına Giden Süreç, Türk İstiklali (Milli Egemenlik) ve Cumhuriyet (III)

RUPAM Başkanı

Süleyman ÖZMEN

11 Nisan 2020

TBMM’ne Giden Yol

Ali Fuat Cebesoy; “Sınıf Arkadaşım Atatürk” kitabında anlatıyor. “Biz Kurtuluş Savaşı’nı 5 subay başlattık. Onlar da şunlar; Mustafa Kemal Paşa, ben, Kazım Karabekir Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Rauf Orbay. Şayet Mustafa Kemal Atatürk başa geçmeseydi hiçbirimiz bu işi götüremezdik. Ancak Atatürk’ün üstün kudret ve kabiliyeti, ileri görüşlülüğü, cesareti, mertliği ve dürüstlüğü hepimizi bir araya getirmiş ve bir arada tutmuştur.”

Türkiye’de milli egemenlik ilkesinin gerçekleştirilmesi tamamen Atatürk’ün bu konudaki düşünce ve çalışmaların sonucudur. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri Osmanlı topraklarını kâğıt üzerinde paylaşmışlar ve Türk milletinin siyasi varlığına tamamen son verilerek üzerinde yaşadığı kadim vatanını küçük bir bölge dışında elinden almışlardı. Dolayısıyla bunun doğal bir sonucu olarak 1 Kasım 1918’den itibaren Türk vatanının stratejik yerleri işgal edilmiş, Türk ordusu dağıtılmış ve ülke içinde çeşitli ayrılıkçı örgütler ayaklanmalar başlatmışlardı. Yani durum son derece ümitsiz görünmekteydi. Ülkenin içinde bulunduğu durum karşısında ilk önce Anadolu ve Trakya’nın çeşitli şehir ve kasabalarında yaşayan vatan aşkıyla dolu kişiler tarafından müdafaa-i hukuk adı altında direniş cemiyetleri kurulmaya başlanmıştı Ancak vatanı kurtarmak amacıyla kurulan bu cemiyetler farklı düşünceler nedeniyle dağınıklık içinde bulunuyorlardı. Dolayısıyla bu cemiyetleri birlemekteydi. İşte tam bu sırada Türk milletinin tarihi karakterine ve yıllarca süren siyasi gelişmelere uygun bir ses yükseldi. Bu ses Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildi. Mustafa Kemal Atatürk bu durumda milli egemenliğe dayalı bağımsız yeni bir Türk devletinin kurulmasından başka bir kurtuluş çaresi olmadığını ortaya koymuştur.

15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün sonra 9ncu Ordu müfettişliği görevine atanan Mustafa Kemal Atatürk, karargâhına aldığı bazı arkadaşlarla birlikte İstanbul’dan Ankara’ya Anadolu’ya hareket etti. Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten milli egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Çünkü Atatürk Samsun’a ayak bastığı andan itibaren hem içte hem de dışa dönük olarak Milli Egemenlik ilkesini gerçekleştirmek amacıyla hareket etmiştir.

Atatürk, bu dönemde milli, dini ve batılı fikirleri yanına almış ve bunların senteziyle Anadolu’da tek idare, tek devlet, tek egemenlik, tek meclis ve tek millet fikirlerinden hareket ederek her alanda gerçek Milli Egemenlik ilkesine uygulamaya çalışmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de milli egemenlik ilkesini genel anlamda ilk defa Atatürk’ün önderliğinde girişilen Milli Mücadele yıllarında uygulandığını söylemek mümkündür. Çünkü bu dönemde memleketin içine düştüğü kötü durum karşısında bazı Aydınlar memleketin kurtulması için büyük devletlerin mandasını kabul etmekten başka çare yoktur derken Atatürk bunlardan çok farklı düşünmüş ve millete güveni esas alan bir hareketin peşinde olmuştur. O memleketin içinde bulunduğu kötü durumu kastederek Nutuk’ta; “Bu durum karşısında bir tek karar vardı, o da milli hâkimiyete dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak. İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar bu karar olmuştur” der.

22 Mayıs 1919 tarihinde Sadaret Makamına gönderdiği bir raporda; “Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını Türklük duygusunu hedef ittihaz (kabul) etmiştir” şeklinde ifadelere yer vererek milletin birlik ve beraberliği ile milli egemenlik ilkesini Milli Mücadele temel dayanağı yapmaya kararlı olduğunun ilk işaretini vermiştir. Milli Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden bu rapor gerçekte bir ihtilal programından farksızdır. Atatürk için artık tarihi görev başlamış bulunmaktaydı. Bundan sonra emperyalist ülkeler karşısında etkisini kaybetmiş olan Osmanlı Devleti bir süre adeta iki yerden idare edilecekti. Çünkü Atatürk her gittiği yerde -İstanbul hükümeti gibi halkı sükûnete değil tam tersine- halkı haksız işgale karşı harekete geçirmeye çalışacaktı.

Yine o sadece bir komutan olmayacak Türk milletini düştüğü kötü durumdan haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen, bunlara çare arayan cemiyetler toplayıp kararlar alan bir Önder olacaktı Nitekim 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün memleketi askeri ve Mülki amirleri müdafaa-i hukuk cemiyetlerine gönderdiği bir genelge ile İzmir’in işgalini protesto için yurdun her tarafında mitingler yapılmasını, halka felaketin büyüklüğünün anlatılmasını ve bunun köylere kadar duyurulmasını istedi. Bunun üzerine memleketin her köşesinde İzmir’in işgaline tepki olarak mitingler yapıldı. İstanbul’da 6 miting ve Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarında toplam 96 miting tertip edildi. İzmir’in işgalini protesto eden mitingler ve Atatürk’ün Havza’daki faaliyetlerine ilk tepki Padişahın onu İstanbul’a geri çağırması şeklinde olmuştur. Atatürk başlattığı hareketi halka mal etmek ve yavaş yavaş yanmaya başlayan milli mücadele ateşini tam bir milli Kurtuluş mücadelesine dönüştürmek maksadıyla 22 Haziran 1919’da yayınladığı ve milli egemenliğe gidiş planı sayılabilecek Amasya Genelgesi’nde; “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesine yer vererek daha en başta milleti olan güvenini ortaya koyarken aynı zamanda bütün mücadelede millet iradesini hakim kılmak için yapılacağını ve milletin kaderini bizzat milletin kendisinin belirleyeceğini vurgulamıştı Böylelikle Atatürk aslında Milli Egemenlik ilkesinin gerçekleştirileceğini de açık bir şekilde ifade ediyordu. Genelge bölgesel değil bütün ülkeyi içine alacak bir kurtuluşu öngörmekte ve bu amaçla bir kongrenin toplanması gereğini belirtmektedir. Amasya Genelgesi milli egemenliğe dayalı yeni bir Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Türk milletine Türk İstiklalinin gerekçesi ve uygulanacak plan açıklanmaktadır.

Artık yüzyıllardır Türk milletinin kaderini tayin etmiş olan padişah iradesine karşı Emperyalist ülkelerin işgalini ve esaretini kabul etmeyen Türk milleti tarafından bir ayaklanma başlamıştır. Nitekim genelge ile birlikte İstanbul’a gönderilen mektuplarda artık İstanbul Anadolu’ya egemen değil bağımlı olmak zorunda olduğu belirtilmiştir. Genelge millet gerçeğine dayanarak alt üst olan düzenin yerine yeni bir düzen öngörmektedir.

İstiklal, bu yeni düzenin parolasıdır. Milli iradeye dayanan Milli Hâkimiyet ise ilkesi ve gücüdür. Amasya Genelgesi’nin bir diğer önemi de Türk milliyetçiliğinin inkılabın bir temel prensibi olarak değerlendirmiş olmasıdır. Milliyetçilik Amasya genelgesinden itibaren milli mücadelenin esası, özü ve temel yapısı olmuş milleti harekete getiren ona milli şuuru ve vicdanın sesini duyuran politik tutumun etkilerini gösteren prensip olmuştur. Kısaca Amasya Genelgesi Türk İnkılap tarihinde hukuki ve siyasi önemi ile yeni bir Türk devletinin kuruluşuna hazırlayan bir temel olması bakımından özel bir değer ifade eder.

Devletin kaderinde milletin söz sahibi olması anlamını taşıyan Milli Egemenlik ilkesinin Milli Mücadele dönemi boyunca ve daha sonra üzerinde durulacak önemli unsurlardan birisi olduğu, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kongreler düzenlenerek açıkça anlaşılır hale getirilir. Zaten sadece bu kongrelerin toplanması bile millet egemenliğinin gerçekleşmesi yolunda atılmış önemli bir adımdır. Çünkü kongrelerde alınacak olan kararlar milletin temsilcilerinin görüşlerini ortaya çıkaracaktı. Bu da milletin girişilecek olan mücadelede söz sahibi yapılması demekti.

Bu çerçevede 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar arasında; “Kuvva-yi Milliye’yi amil ve İrade-yi Milliye’yi hâkim kılmak esastır”. Yani milli güçleri etken ve milli iradeyi egemen kılmak esastır ifadesinin bulunması bütün bu mücadelenin milli egemenliği gerçekleştirmek esasına dayandığını ortaya koyar. Erzurum Kongresi için Atatürk şunları söylemektedir; “Milletin kaderinde söz sahibi olacak bir milli iradenin ancak Anadolu’da olabileceğini açıklıkla belirttim ve milli iradeye dayanan bir millet meclisi kurulmasını ve gücünü milli iradeden alacak bir hükümetin kurulmasını ilk çalışma amacı olarak gösterdim”.

4-11 Eylül 1919’da tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresi’nin sonunda yayınlanan beyannamede de; “İstiklalimizin temini için kuvva-yi milliye’yi amil ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır” denilerek Erzurum Kongresi’nde bu konuda alınan kararın aynen tekrarlanması şüphesiz Atatürk’ün Sivas’ta çıkarttığı gazetenin adının “İrade-yi Milliye” ve Ankara’da çıkarttığı gazetenin adının da “Hâkimiyet-i Milliye” olması tesadüfi değildir.

Atatürk Ankara’ya gelişinin ertesi günü 28 Aralık 1920’de tarihinde şehrin ileri gelenleri ile yaptığı görüşmede şunları söylemiştir; “Bir millet varlığı ve hakları için bütün kuvvetiyle bütün fikri ve maddi güçleri ile alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Bu sebeple teşkilatımızda milli güçlerin etken ve milli iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün Cihan’ın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar, Milli Egemenlik.”

Türkiye’de milli egemenlik konusunda atılmış önemli adımlardan birisi de, Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilen Misak-ı Milli kararlarıdır. Misak-ı Millî ile her şeyden önce milli ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırları çizilmekle birlikte Türk milleti tam bağımsızlık şuuruna erişmiş ve millet olarak asgari haklarını istemiştir. Bu Misak (Ant), Erzurum ve Sivas kongreleri kararlarındaki milli Kurtuluş programını, milli hudutlarımızı daha geniş ve belirli kılarak tam bir hukuk ve siyaset anlayışı esaslarına oturtmuştur.

Misak-ı Milli’nin kabulünden sonra İngilizler 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ederek Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ni dağılmışlar ve yönetime el koymuşlardır. İstanbul işgali ile birlikte Osmanlı Devleti’nin tamamen etkisiz kaldığını ve milletin içinde bulunduğu kötü duruma bir çare bulmasının artık mümkün olmadığını gören Atatürk, Milletin kurtuluşunu yine milletin kendisinin sağlayacağı düşüncesiyle ve milli egemenlik ilkesinin tam anlamıyla gerçekleşmesini sağlamak amacıyla 19 Mart 1920’de bütün valiliklere, mutasarrıflıklara ve komutanlıklara bir genelge göndererek Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip” yeni bir meclisin toplanmasını istemiştir. Bu genelgede yer alan hükümlere uygun yapılan seçimler sonucunda belirlenen milletvekillerinin yanında İstanbul’dan Ankara’ya gelmeyi başaran milletvekillerinin de katılmasıyla yeni meclis 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılmıştır.

İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz;

  • Her şeyden önce milli bir meclistir.
  • İdealist ve demokratik bir meclistir.
  • Olağanüstü hal meclisidir.
  • Meclisin temeli ve bekâsı fedakarlık esasına dayanıyordu.
  • Kahraman bir meclisti ve meclis üyelerinin tamamı Türklerden oluşmaktaydı.

Birinci Meşrutiyet meclisinde bulunan 130 üyenin 50’si gayrimüslimdi. Meclisteki Müslüman olmayan üyeler buradaki konumlarını kullanarak bir takım ayrılıkçı emellerini gerçekleştirmek yolunda hareket etmişlerdi. İkinci Meşrutiyet meclisinde de durum pek farklı sayılmazdı.

TBMM, çok zor şartlar altında fakat demokratik yapılan bir seçim sonucunda tespit edilmişti. Halkın sosyal yapısı göz önünde bulundurulursa hemen hemen her tabakadan üye mevcuttu. Herkesin kendi görüşünü “İstiklal-i tam İstihlas-i Vatan” için hür olarak konuştuğu seviyeli ve seciyeli bir meclis idi. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi yapısına bakacak olursak tam üye sayısı 390 kişidir. 115 memur, 61 Hoca, 51 subay, 46 Çiftçi, 36 Tüccar, 29 Avukat, 15 Doktor, 10 aşiret reisi, 6 gazeteci, 2 mühendis, 11 kişisi öğretmen ve diğer mesleklerden olmak üzere teşkil edilmişti. İlk mecliste bürokratların oranı % 43, serbest meslek mensuplarının % 20, tarım ve ticaret kesiminin oranı % 19, din adamlarının oranı %17 idi. Her türlü inanç ve görüşü bünyesinde barındıran bir milli koalisyon görünümündeydi. Tek programları vardı o da “Misakı Milli” adı verilen müşterek dava, memleketin esarete düşmemesi ve İstiklal’in kurtarılmasıydı. Bu kutsal davada herkes birleşiyordu.

Meclis üyelerinin her biri eşi görülmemiş bir fedakârlık örneği göstermiştir Zira onlar her türlü yokluk içerisinde var olmaya çalışan bir milletin temsilcileriydiler ve bunun idrakinde idiler. Milletvekilleri Ankara’ya bin bir güçlükle gelebilmişlerdi. Batum mebusu Ahmet Fevzi Erdem, Şavşat halkının topladığı 75 lira ile yola çıkmış Samsun’a sekiz günde gelmiş ve buradan da dört milletvekili ile bir at arabası kiralayıp yola devam edebilmişti. Ankara’ya geldiğinde ise meclisin açılışının üçüncü günü olmuştu. Milletvekillerinin büyük bir bölümü Ankara’ya atları ile gelmişti. Çoğunun yatacak yeri dahi yoktu. Bir kısmı istasyondaki çayırlıkta günlerce sabahlamıştı. Bir yandan sivrisinek bir yandan yokluk dolayısıyla çoğu sıtmaya yakalanıp yatağa düşmüştü. Meclis gaz lambası ışığında, saç soba ısınmasında ve Ortaokulun tahta öğrenci sıralarında oturan, gaz yağ tenekelerinden kurulu masalarda çalışan komisyonlar ile istiyordu. Meclis başkanının kullandığı tek otomobilden başka motorlu araç yoktu. Sekiz ay maaşsız çalışan milletvekilleri bir yıl sonra 100 lira olan maaşlarının yüzde 20’sini bütçe açığını kapamak için yine devlete vermişlerdi.

Sakarya Savaşı sırasında top seslerinin Ankara’dan duyulması üzerine Meclisin taşınma fikri ortaya atılınca Erzurum mebusu Mustafa Durak Beyin aşağıdaki sözleri meclisin o dönemki heyecan ve ruhunu yansıtması açısından dikkate değerdir; “Ordu şehir bekçisi değil, Ordu İstiklal bekçisidir. Nerede canı isterse orada harbini yapar. Meclis buradan gitmemelidir. Aileleri serbest bırakalım. Yalnız biz bugün burada öleceğiz tam da o gün gelmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları birer tüfek alsınlar oturduğumuz yerde top patlayıncaya kadar kalsınlar. Buraya kanımızı canımızı feda etmek için geldik. Millete heyecan vermeyelim. Ölürsek ölürüz. Yedi senenin içinde milyonlarca insan telef ettik. Biz o milyonlarca insandan daha büyük değiliz. Bizde feda olalım”.

Sonuç olarak ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin tarihteki mevkiine paralel yüksek seviyeli bir meclisti. Devletin oluşturduğu değil, Devleti oluşturan bir meclisti.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla Türkiye’de milli egemenlik ilkesi resmen ve fiilen gerçekleştirilmiştir Millet kendi geleceğini kendisi belirleme imkânına kavuşmuştur. Bunda da en büyük pay hiç şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’e aittir.

Ancak Atatürk de her seferinde tevazu ve liderlik örneği göstererek zaferi aziz Türk milletine mal eder. Şöyle ki 1938 senesinde Ulus Gazetesinde şu sözleri yer alır; “İstiklâl Savaşı ve Türk İnkılâbı, her hamlesinde ve her safhasında, milletimizin yüksek siyasî ve medenî karakteriyle memleket işlerindeki şuurlu birliğine dayanarak muvaffak olmuştur.”

Atatürk, Türkiye Millet Meclisini açarak en büyük ideallerinden birisi olan Türkiye’de milli egemenlik ilkesini Devletin temel unsurlarından birisi haline getirirken “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi ile de hükümranlık hakkını ve otoritesini sadece Türkiye Büyük Millet Meclisine vermiştir. O böylece bu konuda milleti tam yetkili kılarken aynı zamanda diktatörlüğe karşı da bütün kapıları kapatmıştır.

Atatürk Meclisi milli egemenlik ilkesi gereği milletin kaderinde nasıl hâkim olması gerektiği de yine Meclis’te saltanatın kaldırılması ilgili görüşmeler sırasında yaptığı konuşmada şu sözlerle ifade etmiştir; “Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-İ Alide (Yüce Mecliste) temsil etti. İşte o meclis, “Meclis-i Alinizdir (Yüce Meclisinizdir); Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir.”

Türkiye Büyük Millet Meclisi’de Atatürk’ün idealinin gerçekleşmesi hususunda üzerine aldığı sorumluluğun gereğini bugüne kadar en iyi şekilde yerine getirmiştir.

19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıkması ile başlayan Türkiye’de milli egemenlik ilkesini gerçekleştirme çalışmaları 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması ile fiilen gerçekleşmiş ve “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesinin 20 Ocak 1920’de kabul eden ilk Anayasada yer almasıyla da hukuki anlamda güvence altına alınmıştır. Böylece Milli Egemenlik ilkesi, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel unsurlarından birisi haline gelmiştir Nitekim bu ilke, 1924 1961 ve 1982 tarihli ve daha sonraki Anayasalarımızın da temelini oluşturmuştur. Ayrıca bu ilke devlet yönetiminde de en üstün gücün millete ait olduğu ortaya koyması sebebiyle Cumhuriyetçilik ilkesi ile bütünleşir.

(Devam edecek)

Sosyal Medyada Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

BENZER İÇERİKLER