Küresel dünyada geleceğin yeni güç merkezi olma yolunda hızla ilerleyen Asya’nın etraflıca tartışılacak olmasını gayet anlamlı ve önemli buluyorum.
Bu kıta, tarihin her döneminde ülkemiz ve Batı için ayrı bir önem taşımıştır. Tarihte Çin’in ipeğini, Hindistan’ın baharatlarını, Yemen’in kahvesini taşıyan kervanlar sadece ticaretin gelişmesini değil, nasıl Asya ile Avrupa arasında çok yönlü kültürel alışveriş ve etkileşimi sağladılarsa, bugün de Batı’nın demokrasi, sivil değerleri ve şu anda sorunlar yaşasa da ekonomisi ile Asya’nın hızla gelişen dinamik ekonomik gücü ve yaratıcılığı aynı etkileşimin itici güçlerini oluşturmaktadır.
Dünyanın hiçbir dönemde görülmemiş hızla küreselleşiyor olması yadsınamaz bir olgudur. Hong Seng, Nikkei ve ASX100’ün endekslerindeki değişim, Dow Jones, NASDAQ, FTSE, CAC ve DAX yatırımcılarının kararını değiştirebilmektedir.
Nasıl ki 11 Eylül saldırıları sadece ABD’yi vurmakla kalmadıysa veya AVRO krizinin etkileri sadece AB ile sınırlı tutulamıyorsa, aynı şekilde Tsunami felaketinin sonuçları da sadece Ache’ye veya Asya’ya hapsedilememiştir. Bu bakımdan, dünyaya tek mercekten bakma zamanı çoktan geride kalmıştır.
Biz çok mercekli ve yönlü bir bakış açısına sahip olduğumuz içindir ki, Asya, çok yönlü Türk Dış Politikamızın stratejik bir boyutunu teşkil etmektedir.
Bugünkü açılış konuşmamda önce Asya’nın jeopolitik tanımı ve özelliği üzerinde duracağım.
Ardından, Asya’nın küresel eksendeki önemi ile sunduğu fırsat ve meydan okumalara değinmeye çalışacağım.
Sunuşumun son bölümünde ise, Asya ile ikili ilişkilerimizi özetlemek istiyorum.
İlk olarak Asya’nın jeopolitik tanımı ve özelliği üzerinde durmak istiyorum. Konuşmamın başında öncelikle bir hususun altını çizmek istiyorum. Asya kıtasının coğrafik ve politik tanımlamasını yapmak çok kolay değildir.
Esasen tarihçi Herodot’tan bu yana herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir tanım da bulunmamaktadır. Asya dediğimizde, kabaca ülkemiz dâhil 48 ülkeyi içine alan, dünya karasal alanının %29,9’unu kapsayan (Ay’dan daha büyük) ve dünya nüfusunun yaklaşık % 60’ının (4 milyar) yaşadığı çok geniş bir coğrafyadan bahsetmekteyiz. Bugünkü coğrafi tanımlamanın Kuzey ve Doğu Asya, Kafkasya, Batı Asya (Ortadoğu), Güney Asya (Alt kıta), Güneydoğu Asya, Doğu Asya ve Okyanusya’yı içine aldığını belirtebiliriz.
Ancak, Asya deyince bizim genel olarak anladığımız Güney Asya (Alt kıta), Güneydoğu Asya, Doğu Asya ve Okyanusya’dır. Asya’yı daha iyi anlamak için böyle bir coğrafi sınırlandırma yapmak yararlı ve hatta gerekli olsa da, yine de arta kalan bu devasa bölgede yer alan irili ufaklı ülkeler arasındaki derin sistem ve vizyon farklılıklarını daraltmak o kadar mümkün değildir.
Zira, en sıcak günle en soğuk günün, en sıcak yazla en soğuk kışın, en uzun gündüzle en kısa gecenin aynı anda yaşandığı bu devasa coğrafya, en az bu kadar farklı ve hatta taban tabana zıt diyebileceğimiz dini, kültürel, siyasi, sosyal ve ekonomik yapıları içinde barındıran heterojen bir yapı arz etmektedir. Bu bakımdan, Asya’nın coğrafi kimliği gibi jeopolitik kimliği de örneğin bir Avrupa kadar net değildir.
Bu kıtadaki yönetimler, ekonomiler, dinler ve sosyal yaşantılar aynen buranın coğrafyası gibi farklıdır. Pakistan’ın ekonomik modeliyle, Güney Kore’ninki, Çin’in yönetim yapısıyla Hindistan’ınki, Endonezya’nın dini ve kültürel yapısıyla Japonya’nınki ne kadar örtüştürülebilir?
Nitekim, Asya deyince bütün bu coğrafyayı temsil eden, bu coğrafyanın geneliyle özdeşleşmiş, bu coğrafyanın bütününe seslenerek simge haline gelmiş bir şair, bir yazar, bir düşünür, bir devlet adamı, bir fikir insanı veya bir siyasi veya ekonomik modeli temsili olarak zikretmek ne kadar mümkün olabilir?
Nasıl İndus, Ganj ve Mekong Nehirleri geçtikleri her ülke ve bölgede farklı uygarlıklar yaratmışlarsa, bu ülkeler de kendi siyasal, ekonomik ve toplumsal ideallerini kendi sistemlerine farklı şekillerde nakşetmişlerdir. Bu kıtanın, Asya Birliği fikri savunan bir Jean Monnet’i, bir Robert Schuman’ı olmamıştır.
Her ülke kendi sistemini ve egemenliğini ön plana çıkarmaya devam ettikçe de, işbirliği zemininin iyi komşuluk veya hükümetlerarası formatın ötesine geçip örneğin AB benzeri hükümetlerüstü bir yapıya dönüşmesini beklemek pek gerçekçi olmayacaktır.
Asya’nın entegrasyonu deyince AB benzeri tam teşekküllü bir entegrasyon yerine, serbest ticaret anlaşmaları ve gevşek hükümetlerarası yapıları içeren ekonomik ağırlıklı yapıları anlamamız daha doğru olabilecektir.
Bununla birlikte, Asya ülkelerinin kendi aralarındaki farklılığın derecesi ne kadar fazla olsa da bu farklık bu ülkelerle örneğin bir Avrupa, Amerika veya Afrika ülkesiyle arasındakinden daha fazla değildir. Bu bakımdan, bu coğrafyayı ‘‘dağınık birliktelik’’ veya ‘‘belirgin farklılıkların birlikteliği’’ olarak nitelendirebiliriz.
İkinci olarak, Asya’nın küresel önemi ile sunduğu fırsat ve meydan okumalar üzerinde durmak istiyorum.
Hiç şüphesiz, son 10 yılda üzerine en fazla kitap yazılan temalarının başında “Asya’nın yükselişi“, ‘‘Asya Mucizesi’’ gelmektedir. Bu, elbette sebepsiz değildir. Kabul etmek gerekir ki, Asya yerkürenin çekim merkezine dönüşmektedir. Bu ise, bu coğrafyaya ayrı bir jeopolitik ve jeostratejik önem kazandırmaktadır. Bu yükselişin temelinde ekonomik dinamiklerle başlayan bir süreç söz konusudur. Ancak, zaman içerisinde bunun siyasi, askeri ve kültürel alanlarda da tamamlayıcı unsurlarının su yüzüne çıkamaya başladığı görülmektedir.
Bölge, geleceğin şekillendirilmesi açısından yüksek moral zemininde bulunmaktadır. Zira gelişim, bölge ülkelerine özgüven vermekte, özgüven ise daha cesur hedeflerin ortaya konulmasını sağlamaktadır.
Dünyanın en hızlı gelişen ekonomileri, en hızlı artan askeri harcamaları, en yıkıcı kaynak paylaşım rekabetleri ve en ciddi sorunlu bölgeleri buradadır. Bu özellikler, Asya’yı hiç şüphesiz gelecek küresel düzenin oyun kurucusu haline dönüştürmüştür.
Asya’nın hızlı ve sürekli gelişen iki ülkesi olan Çin ve Hindistan etrafında şekillenen Asya gerçeği, dünya jeopolitiğindeki güç dengelerinin örselenmesi açısından yeni bir durum yaratmaktadır.
Ne demek istediğimi bazı somut örnekler vermek suretiyle açıklamak istiyorum.
48 ülkenin yer aldığı Asya coğrafyasında sadece Çin ve Hindistan’ın nüfusunun toplamı, diğer 46 ülkenin nüfusundan daha fazladır. Sadece Çin’in nüfusu, AB üyelerinin toplam nüfusunun yaklaşık üç katıdır. Aynı şekilde, sadece Hindistan nüfusu, Kuzey, Orta ve Güney Amerika’nın nüfuslarının toplamından daha fazladır. Sadece Güney Asya’daki Müslümanların sayısı, bütün Ortadoğu’daki Müslümanlarınkinden daha fazla olmasına rağmen, buranın toplam nüfusunun %15’inden azdır.
Asya Kalkınma Bankası’nın verilerine göre, Asya’nın bugün yaklaşık % 30 olan Dünya GSMH’deki payı 21. Yüzyılın ilk yarısına doğru % 51’e çıkacaktır. Bu, yaklaşık 3 milyar insanın önümüzdeki 35-40 yılda açlık, sefalet ve fakirlikten kurtulması anlamına gelmektedir.
Bu baş döndürücü gelişmenin öncülüğünü elbette Çin yapmaktadır. Dünya Bankası verilerine göre Çin ekonomisi son 30 yılda 10 kat büyüdü. IMF’nin tahminlerine göre ise, Çin kalkınmasını mevcut hızla sürdürebildiği takdirde satın alma gücü itibariyle bundan sadece 4 yıl sonra, yani 2016’ya kadar, ABD’yi geçecektir.
IMF’nin verilerine göre, 2005-2010 döneminde satın alma gücü itibariyle, Eurozone bölgesi kümülatif olarak %15 ve ABD ekonomisi %16 büyürken, Hindistan %67, Çin ise %88 büyüme kaydetmiştir. Eğer Çin GSMH’deki büyümeye paralel olarak ücretlerin artışını da sağlayabilirse, bundan sadece 10 yıl sonra nüfusunun %50’si orta sınıf haline dönüşebilecektir. Yani, Çin nüfusunun yarıdan çoğu daha iyi arabalara binebilecek, daha iyi konutlarda yaşayabilecek, daha fazla seyahat edebilecek, daha fazla ve kaliteli tüketebilecektir. Bu ise dünya ekonomisinin arz-talep, ithalat-ihracat, kredi-finans eksenini temelinden sarsabilecek muazzam bir ekonomik ve sosyal değişim demektir.
Bölgenin diğer güç merkezi Hindistan’ın da keza bu yüzyılın ortasına doğru dünyadaki en büyük 3. ekonomi olacağı tahmin edilmektedir. Çin için geçerli ekonomik ve sosyal değişimin benzerinin Hindistan’da da yaşanabileceği tahmin edilebilir. Ancak, zenginleşen ve orta sınıfını iyice güçlendiren Çin’in siyasi olarak ne derece aynı kalabileceğini kestirmek zordur.
Aynı şekilde, daha zengin Çin ve Hindistan’ın kendi aralarında ve etrafındaki ülkelerle o zaman nasıl bir işbirliği kurabileceğini de bugünden kestirmek kolay olmayacaktır. Dünyadaki hiçbir ülke, küresel ekonomideki bu etkileyici dönüşüme kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır.
Zira dünya ekonomisinin amiral gemisi olma yolunda hızla ilerleyen Asya’nın geleceğinde her kıtanın, her birliğin, her ülkenin, her şirketin ve hatta her bireyin doğrudan veya dolaylı çıkarı vardır. Ancak, bilmeliyiz ki, Asya kıtası sadece fırsatlar sunmamakta, aynı zamanda barındırdığı kalın fay hatlarıyla pek çok riski de içinde barındırmaktadır. Diğer bir ifadeyle, Asya risksiz bir bölge değildir.
Kendimize anımsatmalıyız ki, bugünkü gelişen Asya, işler farklı giderse pekala bir anda istikrarsızlığa da sürüklenebilir. Esasen böyle bir potansiyelin var olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle ülkeler arasında kara ve deniz sınırlarındaki anlaşmazlıklar, su ve enerji konusunda giderek keskinleşen rekabet manzumesi, artan dini aşırıcılıklar, keskinleşen milliyetçilik duyguları, tarihi husumetler ve büyük gelir farklılıkları, önemli sınamalarıdır.
Avrupa’da 20. Yüzyılın ilk yarısında yaşanan kanlı savaşlar, bugün Avrupa’da savaşı düşünülemez kılmasına rağmen, Asya’da aynı dönemdeki savaşlar sürtüşme ve çekişmeleri iyice alevlendirmiştir.
Kore Savaşı, Vietnam savaşı, Çin’in Hindistan’la, Sovyetler Birliği’yle ve Vietnam’la sınır savaşları, ayrıca, Hindistan ve Pakistan arasındaki sürtüşmeler, Kuzey Kore’nin nükleer programı ve bunun bölgede yarattığı gerginlik ve kutuplaşmalar bölge genelinde değişen oranlarda da olsa bir güvensizlik ortamı yaratmıştır.
Bu ise, Asya’nın siyasi entegrasyonunun, ekonomik entegrasyonunun gerisinde kalması sonucunu doğurmuştur.
Bu güvensizlik ortamının doğurduğu bir başka sonuç ise, bölgede bütün ülkeleri kapsayan bir güvenlik şemsiyesinin yaratılamamış olmasıdır. Bu nedenle, bölgede, halihazırda dağınık bir güvenlik yapısı mevcuttur.
Buradaki soru, Asya’nın 21. Yüzyılın ilk yarısında küresel merkeze otururken karşılaşacağı yeni sorumluluklar ve meydan okumalarla baş etmek için gerekli donanıma sahip olup olamayacağıdır.
Zira Asya’nın gelinen büyüme seviyesinden geri gitmesi veya herhangi bir istikrarsızlığa sürüklenmesi, Asya’nın ötesinde sonuçlar doğurabilecektir. Asya, Euro Bölgesindeki ekonomik kargaşalıklara ve ABD ekonomisinde devam eden belirsizliklere karşı bu zamana kadar esneklik göstermeyi başarabilmiştir.
Bununla birlikte, Asya’nın küresel ekonomik korkuların etkisinden bir noktada kurtulamayacağını da teslim etmeliyiz. Zira bölge, yerkürenin diğer kesimiyle bağlanmıştır. Bu nedenle, bu göreceli bağışıklığının ilelebet devam etmeyeceğini düşünüyorum. Bu noktada Asya’nın özellikle son aylardaki içe kapanma eğilimini en önemli riskler arasında görmekteyim.
Her ülkenin daha korumacı ve ulusal temelli bir çizgiyi tercih etmesi, hiç şüphesiz Asya’da tektonik bir değişikliğe yol açmakla kalmayacak, doğuracağı sonuçlar bakımından aynı zamanda küresel ekonomiyi de etkileyebilecektir.
Dünya Ticaret Örgütü Genel Direktörü Pascal Lamy, ahiren gerçekleştirilen Bangkok Zirvesinde bu konuya değinmiştir. Lamy, büyük ihracatçı olması nedeniyle Asya’nın özellikle son 6 ayda artan korumacılık eğilimine karşı ciddi bir uyarıda bulunmuş ve ASEAN’ın dış şoklara karşı koyabilmesi amacıyla entegrasyona hız vermesi çağrısı yapmıştır. Bu uyarıyı, Asya’nın ve dünya ekonomisinin geleceği açısından önemli buluyoruz.
Üçüncü olarak, Asya ile ikili ilişkilerimiz konusuna değinmek istiyorum.
Tarihi ve kültürel bağlarımızın bulunduğu Asya coğrafyası ülkeleri ile yakın ilişkilerimiz çerçevesinde, Asya’nın barış, huzur ve istikrarı dış politikamız açısından önem arzetmektedir.
Türkiye bölgedeki siyasi, güvenlik, ekonomik ve kültürel işbirliği girişimlerine etkin katkıda bulunmakta, Asya’nın artan ağırlığına uygun şekilde bölgesel işbirliği örgütleriyle kurumsal diyalog mekanizmaları tesis edilmesine önem vermektedir.
Geçtiğimiz yıllarda bölge ülkeleriyle ilişkilerimizde “Asya-Pasifik bölgesine açılım“ adı altında uygulamaya koyduğumuz politika son dönemde hız ve derinlik kazanmıştır. Bu bağlamda, ikili ilişkilerin geliştirilmesi için yasal altyapıların tamamlanmasına ve danışma mekanizmaları kurulmasına çalışmaktayız. Ayrıca, kalkınma sürecindeki bazı bölge ülkelerine TİKA aracılığıyla somut projeler bazında yardımlar yapıyoruz.
İkili ilişkilerin geliştirilmesinin yanı sıra, AİGK/CICA, EİT, ŞİÖ, ASEAN, Türk İşbirliği Konseyi, BM, UNESCO, D-8, İİT gibi Asya’da faaliyet gösteren uluslararası ve bölgesel işbirliği kuruluşları ile işbirliğinin güçlendirilmesine önem vermekteyiz.
Bu çerçevede, ASEAN ile kurumsal ilişki tesis etme yönünde 2008 yılından bu yana sürdürdüğümüz çabalar neticesini vermiş; Türkiye, 2010 Temmuz ayında Hanoi’de gerçekleştirilen 43. ASEAN Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda, ASEAN Dostluk ve İşbirliği Andlaşması’na taraf olmuştur.
Ayrıca, Cakarta Büyükelçimiz, ASEAN nezdinde akredite edilmiştir. Şimdi yeni hedefimiz, ASEAN ile Diyalog Ortaklığı kurulmasıdır. Bugün ise ŞİO Zirvesinde ülkemizin Diyalog Ortaklığı statüsü onaylandı. Bu karardan memnuniyet duymaktayız. ŞİÖ üyesi ülkelere, başvurumuza vermiş oldukları destek için şükranlarımızı sunuyoruz. ŞİÖ Diyalog Ortağı Statümüz, çok boyutlu dış politikamızın güçlendirilmesine katkıda bulunacaktır. Ayrıca, güvenliğin bir bütün ve bölünemez olduğu yaklaşımından hareketle, terörizm, ayrılıkçılık, uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti ile mücadele, hudut güvenliği, yasadışı göç ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi gibi konularda ŞİÖ’ye önemli katkılarda bulunacağımız tabiidir.
Öte yandan, bölgedeki diğer önemli bir kuruluş olan Pasifik Adaları Forumu’nun halihazırda Kalkınma Ortağı olan ülkemiz, Forum Sonrası Diyalog Ortağı olma yönündeki çabalarını sürdürmektedir.
Bilindiği gibi, Asya kıtası, uluslararası toplumun ilgisi ve geniş yüzölçümü ile Afrika veya Latin Amerika’ya nazaran bütünsel bir strateji izlenmesi açısından çok daha zorlu bir coğrafyayı temsil etmektedir. Bu bağlamda, farklılıklara göre uyum sağlayabilecek esneklikte ve kapsamda, ayrıca yeni durumlara uyarlanabilecek dinamik nitelikli bir Asya Strateji Belgesini uygulamaya koymaktayız. Latin Amerika ve Afrika strateji belgelerimiz uygulamaya konulduğunda gördük ki, stratejik yaklaşım bu bölgelerle ilişkilerimize dinamizm kazandırmaktadır. Zira büyük düşünceler, büyük idealler ve büyük hayaller yoksa büyük işler yapılamıyor. Ancak, bunun için fikrimizin mutlaka eyleme dönüşmesi, sonuç vermesi gerekir. Arnold H. Glasgow bunu şöyle ifade eder: “Eylemle birleşmeyen fikir, beyin hücrelerimizde işgal etmekte olduğu yerden asla daha büyük olamaz.“
Bunun için benzer şeyi bu defa bu bölge için devreye sokmaya hazırlanıyoruz.
Yeni Asya Strateji Belgemizde somut hedefler, araçlar ve kaynaklara yer vermekteyiz. Hedefimiz, Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada artan gücü ve nüfuzuna paralel olarak, Asya ülkeleri nezdinde bölgesel güç ve güvenilir bir ortak olduğu imajının yerleştirilmesidir.
Öncelik Asya’nın alt bölgelerindeki belli başlı ülkelere verilmek üzere, tüm Asya sathında ikili ilişkilerin stratejik ortaklık düzeyine çıkarılması olanaklarının araştırılması, bu bağlamda siyasi diyalog mekanizmalarının geliştirilmesi ile Alt bölgelere ve bölgedeki büyük aktörlerle işbirliğine yönelik özel stratejiler hazırlanmasını hedeflemekteyiz.
Biliyoruz ki, Asya kadar geniş, Asya kadar farklı ve Asya kadar güçlü özgüvenimiz, hayallerimiz ve buna uygun eylemlerimiz olursa, bu kıta ile işbirliğimiz o kadar yoğun, zengin ve içerikli olur.