Tüm dünya anlık olarak Rusya-Ukrayna savaşını takip etmeye devam ediyor. Oluşturulan yeni teoriler sahada hızlıca çürürken teorisyenlerin ve uzmanların sahada var olagelen sıcak çatışmanın etkilerini yorumlaması da hâliyle oldukça dinamik bir hâl almış durumda. İkinci Dünya Savaşı’nda meşhur sokak direnişleri ile – ki en meşhur direniş Melitopol merkezliydi – Nazi Almanyası için Rus yenilgisini hazırlayan Ukrayna halkı, 21. yüzyılda da benzer bir direnişle egemenliğini koruma adına çok önemli bir mücadele veriyor. Ukrayna’nın destekten yoksun ve izole olmuş durumda gösterdiği direniş sonrası, küresel güvenlik strateji ve hedeflerinde de önemli değişmelerin yaşanması söz konusu olacak gibi. Ancak bu ve benzeri sıcak çatışma dönemlerinde doğal olarak tüm dikkatlerin sahada olması, savaş sonrası politikaların nasıl şekilleneceği hususunun doğru analiz edilmesine engel olabiliyor.
Rusya son günlerde, ulusal güvenlik stratejisini askeri müdahalelerin, işgallerin yoğunlaştırılması ile organize etmeye devam etme niyetinde ve üstelik mevcut işgal politikalarının akabinde izlediği, içerideki cumhuriyetler için sınırların ihtilaflı hâle getirilmesi stratejisi esasında Avrupa ve Atlantik kanadı için pek de yabancı gözükmüyor. Rusya bu strateji ve politikalarını sahada askeri anlamda güçlendirirken Batı bloğu ise mevcut konumunu güçlendirmek adına demokrasi kavramını kutsallaştırarak liberal-siyasi çizginin savunucusu durumda.
Ukrayna meselesinin Rusya’yı rahatsız etmesinin birçok sebebi var. Ancak en çok dikkat çeken husus, Rusya’nın NATO ile arasında tampon bölge olan ve komşusu konumunda bulunan Ukrayna’nın Batı yanlısı bir çizgi ile demokratikleşmesi. Bu durum, Rusya’nın içerisinde bulunan diğer cumhuriyetlerin ayrılıkçı politikalar izlemesindeki önemli bir tehlike. Geçtiğimiz günlerde Kazakistan’da yaşananlar bu durumun bir fragmanı sayılabilir. Tam da bu noktada Rusya’nın askeri anlamda, demokratikleşme tehlikesini pasif hâle getirmeye çalışması, Batı perspektifinden liberal çerçevede çözümlenmeye çalışılıyor diyebiliriz. Özellikle 1992-1995 döneminde Batı modernitesinin ortaya koyduğu ilke ve değerlerin işlevsizliğini gösteren Bosna Hersek savunması doğru bir örnek.
Emperyal şekilde dikte edilmeye çalışılan Batı ilke ve değerlerinin çifte standartlığını doğru, istikrarlı ve kapsayıcı şekilde ortaya koyan Boşnakların Dayton ile sınırlandırılması, Rusya’nın askeri anlamda gerçekleştirdiği müdahalenin siyasal bir çizgisi niteliğinde. Dolayısıyla sıcak savaşın büyük bir dikkatle takip edildiği şu günlerde gelecek dönem güvenlik hedef ve stratejilerini doğru zeminde kurgulamak için sahada değil, masada ve daha masum şekilde görünen Dayton demokrasisini doğru analiz ederek çalışmak gerekiyor. “Dayton” demokrasisinin doğru analiz edilebilmesi için hem tarafların güvenlik stratejilerinin içeriği ve gelecek dönem hedefleri doğru gözlemlenmeli hem de demokrasi kavramının materyalist bakış açısı ile Bosna’da nasıl bir gelişim izlendiği doğru okunmalı.
Aristoteles demokrasiyi üç önemli nokta ile tanımlıyor:
1. Yurttaşların kamusal alana dâhil olması
2. İstisnalar dışında bir kişinin aynı göreve iki kez getirilmemesi
3. Her bireyi herkesin, her bireyin herkesi yönetmesi.
Özellikle son tanımlamanın Dayton’un temel mantalitesi ile çeliştiğini görmek çok zor değil. İki açıdan bu noksanlığı görmek mümkün. Öncelikle her ulusun kendi kaderini tayin hakkı ülkenin çoğunluğunu oluşturan Boşnaklar için tanınmayarak işgalci güçlerin meşrulaştırılması, güçlü olanın haklı olması ve öte yandan azınlıkların ülke yönetiminde söz sahibi olamaması.
Demokrasi kavramının içeriğini incelemeye devam edecek olursak aslında sorunun Dayton kaynaklı değil, Batı’nın modern dönemde ortaya koyduğu demokrasi kavramında olduğunu görmek mümkün. Dayton sadece mevcut modern demokrasi anlayışının konsensüs çerçevesinde yeniden organize edilmesi olarak yorumlanabilir.
Temelde kamusal-özel alan ayrımına bakıldığında özellikle 1968 Hareketleri sonrası bireyin özel alan dışında kamusal alana dâhil olmasında aksiyoner olmadığı görülüyor. Bu durum da devlet aygıtının toplum ve birey üzerindeki hegemonik etkiyi oluşturmasını ve yönlendirmesini kolaylaştırıyor. Dolayısıyla kamusal alanda tek hâkim konumuna gelen devlet; kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi alanda tek güç olarak toplum karşısındaki konumunu güçlendirmeye devam ediyor. Nitekim modern demokrasinin de bu noktada toplumu devlete yabancılaştırarak bu mevcut konumunu güçlendirmede istekli olduğu ortada.
Özellikle küreselleşmenin güç kazanması ve sınırların önemini kaybetmeye başlaması sonucu ortaya konan çoğulcu demokratik yaklaşım, içerisinde birden fazla etnik gurubu barındıran toplumların haliyle kamusal alandan daha da uzaklaşmasını tetikleyebiliyor. Dayton tam da bu noktada ülkenin gerek kamu politikalarının oluşturulması gerekse devlet mekanizmasının işlevsizleştirilmesinde mevcut karmaşayı oluşturmaya devam ediyor. Modern demokrasinin materyalist/araçsalcı işlevi de nitekim Dayton’un amaçladığı en önemli ilke durumunda. Materyalist bakış açısı ve devletin kamusal alanda da hegemonik konuma gelmesi, bilgi-iktidar ilişkisinde de Dayton’un mantalitesini güçlendriyor. Her ne kadar şeffaflık ilkesi gereği kurgulanan bir Dayton demokrasi modeli söz konusu olsa da sosyoloji dikkate alınmadan toplumdaki bireylere dikte edilen ‘kurtarıcı demokrasi’ anlayışını toplum da kendisine yansıtıldığı/dikte edildiği şekilde algılamaya devam ediyor ve durum son dönemde demokrasi anlayışının araçsalcı yaklaşımla nasıl kurgulandığını bir kez daha ortaya koyuyor.
Dayton’un oluşturduğu demokrasi modelini doğru analiz edebilmek adına, modern dönemin ortaya koyduğu ulus-devlet anlayışına bir eleştiri olan post-yapısalcı yaklaşım, antlaşmanın içeriğini daha da anlaşılır hâle getiriyor. Bu anlamda metnin sorgulanamazlığını ortadan kaldıran post-yapısalcı yaklaşım adeta ‘yazarı öldürerek’ okuyucuyu canlı tutmakta, yani ucu açık ve farklı yorumlamaların müsait olduğu bir analiz modelini uygulamaya koymakta. Dolayısıyla Dayton’un post-yapısal perspektif ile uyumu son derece yüksek. Belirli bir düzen ve tahmin edilebilir yapı içerisinde bulunan bir toplumun var olamayacağını savunan post-yapısalcı yaklaşım, öznel yorumların yeniden üretilmesine katkı sağlayarak sûni bir krize yol açabilmekte, ki Wallerstein’in özellikle Avrupa’nın Balkanlar’a doğru genişlemesi sonucu bu tip krizlere ihtiyaç duyulduğunu ifade etmesi post-yapısalcı bakış açısını temellendiriyor.
Rusya’nın sûni krizler oluşturarak askeri anlamda müdahale etmesi, Batı bloğunda da modern demokrasi anlayışının ihracı ile gerçekleşiyor. Sadece demokrasi ihracının yeterli olmaması neticesinde toplumu yönlendiren hâkim bir dilin oluşturulması ve bu dil ile iktidarın kalıcı hâle getirilerek küresel-siyasal söylemin sürdürülebilir kılınması yine Dayton’un post-yapısalcı özelliğini ortaya koyan bir diğer unsur. Bu yeni hâkim söylem kodları ile oluşturulan post-yapısal Dayton Antlaşması da gücü, hâkimiyeti elinde bulunduranın üstünlüğünü kanıtlıyor. Boşnakların hiçbir terörize eylemde bulunmamasına rağmen işgalci güçlerle aynı konumda antlaşma noktasına getirilmesi, Dayton’da hâkim söylemin önemini ortaya koyuyor. Özetle post-yapısalcı yaklaşım Dayton ile iki amacı hayata geçirmekte: Suni bir kriz oluşturulması neticesinde Batı bloğunun kişisel çıkarlarına uygun ‘sözde devlet’ modeli ve bilginin hâkim iktidarın oluşturulmasındaki gücü. Özellikle post-yapısalcı yaklaşım bu çerçevede anarşinin keyfi bir inşâ olduğunu ve ulusların üzerinde bir egemenlik hakkını elde etmek için araçsallaştırıldığını vurguluyor. Konuyu somutlaştırarak daha doğru aktarmak adına, Balkanlar üzerindeki iki büyük gücün güvenlik strateji tanımlarına bakmak yeterli olacaktır.
ABD VE güvenlik stratejisi
Avrupa Birliği’nin ortak bir Avrupa kimliği oluşturaması neticesinde Balkanlar ve özelinde Bosna Hersek’te şahinlik politikasını üstlenen Amerika, şüphesiz Dayton Antlaşmasının en önemli mimarı. Amerikan güvenlik stratejilerine iki farklı bakış açısı, post-yapısalcı çerçeveden Dayton demokrasisinin hangi amaçlarla kurgulandığını daha net şekilde ortaya koyabilir. İki önemli kanat olan Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, ABD içindeki güvenlik stratejilerinin belirleyicileri ancak her ne kadar pragmatist/faydacı bir strateji ile iç/dış politikada hareket edilse de temelde keskin farklılıklar mecvut. Öncelikle güvenlik kavramının temelde tanımlanması ve içeriği farklılaşıyor. Son dönemde bir Cumhuriyetçi olan Trump’ın izlediği siyaset bu konuda doğru izlenimler verebilir. Cumhuriyetçi kanat, idealist ve dünya sistemini doğrudan müdahale yöntemi ile dönüştüren bir güvenlik stratejisine sahip. Dolayısıyla liberal dünya hedefine ulaşabilmek için gerekirse doğrudan müdahale ile krizlerin çözülmesini hedefleyerek kendi güvenlik tanımını daha dar tutuyor. Bu doğrultuda da uluslararası kurumlara pek saygısı bulunmayan Cumhuriyetçi kanadın, birden fazla kriz ile mücadele etmeye mesafeli yaklaştığını ifade edebiliriz. Tek bir krizin bertaraf edilerek liberal dünya sistemine ulaşılması Cumhuriyetçilerin en önemli motivasyonu. Örneğin, Körfez Savaşı odaklı olan Cumhuriyetçi kanadın iktidarında Yugoslavya’nın dağılmasına ilgisiz kalınması.
Diğer kanatta yer alan Demokratların güvenlik kavramını tanımlaması ve merkezine alması Cumhuriyetçilere karşın daha geniş. Demokratların güvenlik stratejisi tek odaklılıktan çıkarak çok odaklılığa yöneliyor ve bu listenin başında ekonomik refahın sağlanması var. Dolayısıyla demokratlar için liberal/özgürlükçü bir dünyaya ulaşma amacı dönüşüme uğrayarak araçsallaştırılıyor. Bir kıta ülkesi olan ABD’nin hem ekonomik refahını hem de kıta güvenliğini sağlayıcı birden fazla sûni krizlere ihtiyaç duyması söz konusu. Nitekim Dayton Antlaşması’nın en büyük mimarı olan ABD’nin antlaşmanın hazırlanması ve imzalanmasında başkanı da Demokrat Bill Clinton’dı. Askeri müdahaleye mesafeli yaklaşan demokratların sûni krizlere müdahalesi de uluslararası kurumların güçlendirilmesi yolu ile gerçekleşiyor. Bosna Hersek’te bulunan Yüksek Temsilcilik Ofisi, Demokrat kanadın mevcut güvenlik stratejisinin en somut örneği. Bu perspektiften incelendiğinde mevcut krizleri araçsallaştıran ABD’li Demokrat kanadın, Dayton’u hangi dinamikler üzerinde inşa ettiğini görmek çok zor olmayacaktır. Bush’un 2006 yılında açıkladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde ortaya koyduğu ifade farklı kanatlar da olsa ABD’nin, özellikle de Demokratların neden sûni krizlere ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor: “ABD’nin prensipleri için pragmatist olmak.”
Hem post-yapısalcı bakış açısı hem de Demokratların ortaya koyduğu güvenlik stratejisi doğru şekilde birbirine eklemlendiğinde Dayton’un nasıl bir sûni kriz meydana getirdiğini görmek mümkün. Mikro-milliyetçiliğin, mikro-hegemonik çekişmeler ile güç kazanması ve üç kurucu unsurdan Sırp ve Hırvatların kültürel, siyasi ve sosyal alanda hâkim güç olarak bilgiyi de tek elden üretmek istemeleri sonucu ABD’nin istediği sûni krizi, Dayton demokrasisi ile sağladığı görülüyor. Bu sûni kriz de ABD’nin bir güvenlik stratejisi olarak ekonomik refahının sağlamlaştırılması adına, Balkanlar ve Bosna Hersek’e müdahalesini meşrulaştırıyor. Balkan coğrafyasının, Avrupa için hem yakınlık hem de nüfus olarak önemli bir Pazar konumunda olması da ABD’nin bir diğer önemli motivasyonu. Dayton demokrasisi de doğal olarak, post-modern dönemde uluslararası diplomasinin en somut araçsalcı yaklaşımı konumunda.