Osmanlı döneminde İbrahim Müteferrika 1732’de kendi matbaasında basıp I. Mahmut’a sunduğu “Usulü’l Hikem fi Nizami’l- Ümem” adlı eserinde “O zamanki Avrupa’da en ileri ulusların demokratik düzende bulunan uluslar olduğunu, bunların yasalarının Tanrı’ dan gelme şeriat ilkelerine göre değil, akıl yoluyla bulunmuş ilkelere dayandığını” yazıyor.
Demokrasi tarihi, tanrısal, dinsel kaynaklı “tek adam” egemenliğinin, dünyevi, milli egemenliğe evrilişinin tarihidir. Batı’da 13.yüzyılda başlayıp18.yüzyılda Fransız Devrimi’yle olgunlaşan bu süreç, bizde ancak 19. yüzyılda başlayıp 20. yüzyıl başlarında Cumhuriyet Devrimi’yle olgunlaşabildi. Tarihsel süreç içinde, Osmanlı’da 7 Ekim 1808’de II. Mahmut ile ayanlar arasında Sened-i İttifak yapıldı. Bu Osmanlı Devleti’nde bir ilkti ve bundan sonra da bu batılılaşma ve yenileşme çabaları sürekli devam edecekti.
Sened-i İttifakla ilk kez padişah- kağıt üzerinde de kalsa – yetkilerini paylaştı. 1839 Tanzimat Fermanı’yla, yürütmenin başı Padişah Abdülmecit, mutlak gücünü sınırlandırmak zorunda kaldı. Osmanlı’da artık kanunlar, sadece padişah tarafından değil, yetkili kurullar tarafından ortaklaşa hazırlanmaya başlandı. Padişah, ülkeyi kendi iradesine göre değil, kanunlara göre yönetmeyi kabul etti. Kanunlara aykırı davranmayacağına söz verdi. Bu doğrultuda kanun hazırlama yetkisine sahip Meclisi Vukela (Bakanlar Kurulu) kuruldu. Ayrı ayrı yürütme organları oluşturuldu. Ayrıca en yüksek danışma meclisi durumunda Meclisi Ali’yi Tanzimat (Yüksek Tanzimat Meclisi) kuruldu. Bu meclis (eksiklikleriyle) ilkel bir parlamento gibi çalışmaya başladı. 1869’ da yöneticilerden ve il temsilcilerinden oluşan Şurayı Devlet kuruldu. Böylece bizde parlamenter sistemin ilk adımlarından biri atıldı. Osmanlı’nın 23 Aralık 1876 tarihli ilk anayasası “Kanuni Esasi”, Mithat Paşa gibi Şurayı Devlet üyelerince hazırlanacak ve II. Abdülhamit tarafından ilan edilecektir, bu anayasa ile Meşrutiyete, (meşruti, yani şartlı bir yönetime) geçildi.
Ancak iki yıl sonra, (savaş bahanesiyle) bu anayasa bir istibdat anayasasına dönüştü. Önce anayasaya dayanarak, anayasanın fikir babası durumundaki aydınlar etkisizleştirildi. Şanslı olanlar sürgünle kurtuldu. Mithat Paşa o kadar şanslı değildi, katledildi. Sonra padişah meclisi etkisizleştirdi. Örneğin meclisin geçirdiği tasarıları kanunlaştırmayarak geri çevirdi. Daha sonra yine aynı anayasaya dayanarak meclisi dağıttı; daha doğrusu tam 30 yıl bir daha toplantıya çağırmadı. Padişah bu anayasayla, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarabilecekti. 36. Madde’ de bu hakkın geçici olduğu belirtilmekle birlikte uygulamada süreklilik söz konusuydu. Bu hak sayesinde padişah tüm yasama yetkisini ele geçirecekti. Meclisi ortadan kaldırdıktan sonra özel danışma komiteleri kurdu. Bu komiteler, değişik konularda padişaha danışmanlık yapmaya başladılar. Baskı düzenini sürdürebilmek için çok etkili bir jurnal, hafiye sistemi kurdu. Padişah için potansiyel tehlike durumundaki herkes; bakanlar, paşalar, aydınlar, din adamları, bürokratlar, gazeteciler, öğrenciler gece gündüz takip edildi, yargılandı, hapsedildi, sürgün edildi.
II. Abdülhamit rejiminin sırrı yoksul, dindar halka dayanmasıydı. İşin özü kadercilik, itaatkarlık ve biat kültürüydü. Kanuni Esasi’de özellikle vurgu yapılan halifelik, onun din adamlarına ulaşmasını kolaylaştırdı. Din adamlarıyla da dindar halka ulaştı. Onun döneminde ortalık hafızlardan, imamlardan, şeyhlerden, şeriflerden, seyitlerden, üfürükçülerden, büyücülerden geçilmiyordu. Tarikatların, tekke ve zaviyelerin sayısı arttıkça arttı. Hatta Kuzey Afrika’dan yeni tarikatlar geldi. II. Abdülhamit, tarikat şeyhlerini sarayda ağırladı ve bu dönemde sarayın en saygın konukları arasında Arap Şeyhleri de vardı. Kanuni Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak devleti mümkün olduğunca dinselleştirmeye çalıştı. Öyle ki, beş vakit namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar her an “zındıklıkla” suçlanıp cezalandırılabilirdi.
II. Abdülhamit 1876’da padişah olduğunda ekonomik olarak Osmanlı Devleti iflas etmişti. Tanzimat’tan beri devam eden yanlış politikalarla yerli üretim bitmiş, ihracat azalmış, ithalat patlamış, enflasyon yükselmiş, fiyatlar artmıştı. Halk bu koşullarda II. Abdulhamit’ i “kurtarıcı” olarak karşıladı. Yaptığı halifelik ve din vurgusu, halkın, Tanzimat’tan beri devam eden Avrupalı, ecnebi yöntemlerle değil, dinsel kurallarla (şeriatla) işlerin düzeleceğine inanmasına yol açtı. Fakat II. Abdülhamit’in halifelik ve din vurgusu devleti kurtarmadı. 30 yıllık istibdat düzeni sonrası Osmanlı, borç batağında debelenen, her şeyini yabancılara teslim etmiş, iki Türkiye kadar toprak kaybetmiş, sorunlarla kuşatılmış bir ülkeydi.
Kanuni Esasi, yani bu ilk anayasası Osmanlı’yı demokratikleştirmedi, tam tersine, II. Abdülhamit’ in 30 yıllık istibdadının yasal dayanağı oldu. 1878-1908 arasında Padişah II. Abdülhamit bu 68 yıllık değişimi, (anayasayı askıya almak suretiyle) 30 yıllık “mutlak egemenliği” ile durdurmaya çalıştı ve bunu anayasaya rağmen değil, anayasaya dayanarak istibdat düzenini kurdu.
Özetlemek gerekirse; Parlamenter Sistem ve Ulusal Egemenliğin tarihi gelişimi bakımından: Türkiye 1908- 1918 arasında 10 yıl anayasalı, parlamentolu, padişahlı sistemle; meşrutiyetle yönetildi. Atatürk 1923’te anayasalı, parlamentolu, padişahsız halk yönetimini, cumhuriyeti kurdu. Türkiye, 1923- (1923-1950 Tek Partili, 1950- 2018 Çok Partili) olmak üzere, 95 yıldır Parlamenter Sistem ve Cumhuriyetle yönetiliyor ”. (Kaynak: Sinan Meydan, ATATÜRK ETKİSİ)
05.11.2020
Av. HÜSEYİN BASKIN