Yıllardır günlük tutarım. Her gün bıkmadan, o güne dair beni etkileyen günlük olayları, yurdumdan ve dünyadan insan hikayeleri yazarım. Zaman zaman çocukluğumdan anılarım da eşlik eder bu yazılara. En çok da baharatların keskin kokuları ile anne mutfağımdan yayılan mis kokular beni bu anılara sürükler. İki haftadır bu anıları sizlerle de paylaşıyor ve çok keyif alıyorum. Umarım sizin de çocukluk anılarınız canlanıyordur.
Yaz tatillerini iple çekerdim. Ankara’nın Çankaya’sında Dikmen bağlarının içindeki dedemin bağ evine gitmek, benim için Mayka ile, Nenço ile, ailemin tüm kadınları ile birarada olmak ve müthiş eğlenmek demekti. Babam telgrafla haber vermek isterdi geleceğimizi, her seferinde yalvarırdım, “ne olur sürpriz yapalım” diye. Babamın görev yaptığı yere göre, bazen trenle bazen otobüsle gece yolculuğu yapar, sabah erken Ankara’ya ulaşırdık, 70’lerin başlarıydı. Hanlar Durağına kadar taksi ile gider, orada inip hafif meğilli bağ yolundan koşa koşa Camlı Köşk denilen dedemin evine çıkardım. Bahçenin köşesindeki dev akasya ağacı karşılardı önce, sonra yerden birkaç basamak yüksekte inşa edilmiş evin merdiven babaları. Heyecanla çalardım kapıyı, eve ismini veren camlı verandadan dışarıya anneannemin sakız sardunyaları sarkardı. Sabah namazına kalkmış olan dedemin ayak sesleri ve anneannemin “çocuklar mı geldi acaba?” diyen sesini duyardım. Hemen yan tarafta Mayka’nın evi vardı, salonunun camları, dedemin evinin kapısına bakardı. Mayka, dedemin kızkardeşi Ayşe Hala ve iki torunu ile otururdu o evde. Benim çıkardığım gürültüye kapılar aynı anda açılırdı. Dedemle anneannem bir yandan Mayka ile Ayşe Hala bir yandan çığlık çığlığa ve hasretle sarılırdık birbirimize. İşe gitmek için uyanan Semra Teyzem de katılırdı bize, bir sevgi yumağı olurduk kapı önünde.
Günün en sevdiğim saati yemek hazırlanma saati olurdu. Evin iki mutfağı vardı. Ana mutfağın bir tarafında tezgahlar, dolaplar yeralırken, diğer tarafta büyük bir yemek masasının, geniş ve rahat oturumlu bir sedirin ve masif ceviz koltukların yerleştirildiği yemek bölümü bulunuyordu. Kış ziyaretleri yaptığımızda bu bölüme bayılırdım, kuzinenin sıcağında Balkanlar’ın rüzgarını taşıyan mis gibi yemek kokuları ve ailemin kadınlarının tatlı telaşı, mırıl mırıl konuşmaları ninniydi adeta bana.
Annemin ailesi Lozan mübadili. Annemin babaannesi Maykam, Manastırlı, gün görmüş geçirmiş, varlıklı bir ailenin biricik kızı Nazlı Hanım. Makedon köklerinin tüm zarafeti üzerinde, uzun boylu, ince yapılı, sarı saçlı ve mavi gözlü, güzeller güzeli gencecik bir kadınmış mübadelede. “Biz, göçmen değiliz, mübadiliz” derdi, kastranın başında gözleme pişirirken, hafif kırık ve çok sevimli Türkçesi ile masal gibi anlatırdı. Ben 2-3 yaşlarımdaydım, benim için en güzel masal anlatıcısıydı. O sarı saçları epeyce beyazlamıştı, iğne oyalı tülbentinin uçlarını ensede bağlardı ve iki yandan o beyazımsı sarı saçlar iki örgü olarak sallanırdı. Hayatının tüm acı ve sevinçlerini ilmek ilmek işlemiş, ince bir oya gibi yüzüne sermişti adeta. O mavişko gözlerinde hafif muzip, bir o kadar hüzünlü pırıltılar olurdu her daim. Birkaç dişi eksikti ağzında, sırtı da uzun boylu ve ince yapılı insanlarda görülen hafiften bükümlenmişti ama, hala çok dinç ve naturası sağlam bir insandı.
Ailede kadınların hükümranlığı sözkonusu idi. Dedemin babası Emin Ağa, maalesef erken vefat etmiş, dedem en büyük evlat olarak, ailenin başına geçmiş. Nazlı Maykom, Ayşe Nençom, Kıymet Ananem, Sevinç Teyzem, Semra Teyzem, annem Suzan (Susko), Ayşe Hala, kuzin Gülçin ve ben evlere şenlik bir kadın topluluğu. Bitişik arazide ise, mübadelede dedemlerle birlikte gelen Vehbiye Hanım ve ailesi otururdu. Vebko derlerdi ona, sonraları taşındılar, kiracılar geldi ama, Vebko Teyzenin hikayeleri aile içinde anlatılmaya devam etti. En sevdiğim Vebko Tete (teyze) anısı ise, şöyle: 50’li yıllarda insanların Marshall yardımlarını konuştuğu, lümpen tarz bir yaşam şeklinin yavaş yavaş hayatımıza sokulduğu bir dönemde, bir gün anneanneme sesleniyor. “Mori mori, yapaysık yımeklerı, yiyemeysık, ep dükeysık”. Ne zaman bir yemeği bitirmesek ya da ziyan etsek, hemen “Mori mori” diye uyarırlardı. Bize müsrif olmamayı, nimete saygı göstermeyi ve asla yemek ya da ekmek atmamayı bu hikaye ile öğretti annemler.
Yaz günlerinde ana mutfağa küçük bir kapıyla bağlanan diğer mutfak çok kullanılırdı. Çünkü orada kastra vardı, Arnavut börekleri, Selanik mantıları, gözlemeler, pitalar o kastrada pişirilirdi. Odun ateşi yanan kocaman bir köy ocağı, üzerinde sac ayağı olur, ayağın üzerine börek tepsisi konur, onun üstü özel bir kapakla örtülür, o kapağın üzerine kor konulur ve alt üst pişirilirdi börekler. Tercihim her zaman Selanik mantısından yana olurdu. Un,su, tuzla güzel bir hamur yoğurulur, biraz dinlendirilir, sonra hazırlanan bezeler oklava ile pasta tabağı büyüklüğünde açılır. Hepsinin üstüne birer yemek kaşığı eritilmiş ya da sıvı yağ gezdirilir, üst üste konan bezelere bir daha oklava değdirilmez, elle tepsi büyüklüğünde açılırdı. Önceleri bu katlı hamur büyük büyük kareler halinde kesilip iç konularak bohça yapılırmış. Benim çocukluğumda ise, ananem küçük bir çay bardağı kullanırdı. Bunun için alt kat elle açılıp biraz buruşturularak tepsiye yerleştirildikten sonra, kavrulmuş kıyma, soğan, baharat ve arzu edilirse salça karışımına ince kıyılmış maydanoz da eklenerek hamurun üzerine yayılır. Aynı şekilde yağlanıp elle açılan ikinci katman hamur, bu için üzerine dikkatlice yine biraz buruşturularak yerleştirilir, kenarları çimdik çimdik kapatılırdı. Ardından en az fire ile bardak ağzı kullanılarak minik minik daireler şeklinde kesilirdi. Kastrada alt üst köz ateşinde pişerken öte yanda sarımsaklı biraz katıca bir yoğurt sos hazırlanırdı.
Tüm aile sofra başında toplaşır, ananemin pembe minik desenli porselen yemek takımlarında önce biraz yoğurt sos olmadan tuzlanmak için sade, sonra yoğurt soslu, üzerine kuru nane ve acı toz biberli kızdırılmış tereyağ dökerek Selanik Mantısı ( mantina)’nı kapış kapış yerdik. Ben daha ziyade, kenarlarını ve arada kalan kıymıkları yemeyi tercih ederdim, çıtır çıtır. Nençom yemekten sonra “Büürek gibisi var mı, midecağızımın er bi küşeceğazı doydu be ya” derdi. Hala ne zaman bir Arnavut böreği ya da Selanik Mantısı yesem, ben de doyduğumu hissederim. Bir anda Maykamın sarı örgü saçları, mavi gogoşları (gözleri), Nençomun (anneannemin annesi) beyaz iğne oyalı yaşmağı ve elinde tığı, dantel yumağı canlanır gözümde. Hafiften ananemin sesini duyar gibi olurum “Mayadağ’dan kalkan kazlar, al topuklu beyaz kızlar, Yarimin yüreği sızlar…Eğlenemem aldanamam, Ben bu yerlerde duramam”. Vardar Ovası, ananemin türküsüydü, çok güzel söylerdi. Yemeklerden sonra o, böyle Rumeli türküleri söyler, biz de döne döne oynardık. Şimdi ne ananem ne maykam var. Bayrağı annem ve teyzelerim devraldı, artık onlar çocukları ve torunları toparlıyor, türküleri de annem söylüyor. Selanik mantısının ve naneli tereyağ kokusunun bana anımsattıkları böyle, başka bir yazıda başka bir baharatın hatırlattıklarını paylaşmak ümidi ile…
Aysun KILIÇASLAN SOKU
RUBASAM Başkan Yardımcısı
aysun_kilicaslan@yahoo.com